Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Mickey 17: Biri Gider Diğeri Gelir

Mickey 17: Biri Gider Diğeri Gelir

Yazar: Şeyda Taşkıner

Mickey 17: Biri Gider Diğeri Gelir

Hemen her filmini hayran olarak seyrettiğimiz Oscar ödüllü yönetmen Bong Joon-Ho, Parasite sonrasında gözümüzü yollarda bırakmıştı. Seyirciyle en son buluşan filmi Mickey 17‘yi, Edward Ashton’ın Mickey 7 ismindeki bilim kurgu ve komedi türlerini ustalıkla harmanladığı satirik romanından uyarlayarak beyaz perdeye aktarırken, film ismini ana karakter Mickey Barnes’ın on yedi kez klonlanmasından alıyor. Ya da “klon” kelimesi meseleyi tam da doğru aktarmayacağı için yeniden üretilen ya da filmde bahsedildiği şekilde “basılan” kopyası demek daha doğru olabilir.

Yani bir Mickey gittiğinde yerini derhal diğeri alıyor!

Mickey’nin öncesinde tam on altı kez ölmüş olduğunu filmin başlangıcından biraz sonrasında yer alan, kendisinin defalarca öldüğü ve “geri geldiği” sekans sayesinde anlıyoruz. Tekrardan bir ölüm kalım savaşının ortasından kurtulduğunda ise hikayesini seyirciyle paylaşmaya başlıyor. Bu prosedüre insan basma ismi veriliyor ve basılan insanlar ise “Harcanabilir” olarak adlandırılıyor. Okumadan imzaladığı bir kağıt parçası ile aniden kendini buzul bir gezegene kolonileştirme amacıyla yolculuk yapan bir gemide Harcanabilir olarak bulan Mickey’nin birkaç kariyer deneyiminde başarısız olduktan sonra en son böyle bir yola başvurmuş olduğunu anlıyoruz.

Bu yolculuğun Harcanabilir’i olması, Mickey’nin kelimenin tam anlamıyla gözden ilk çıkarılacak insan olduğu ve dolayısıyla tehlike içeren muhtemel her durumda ilk onun öne sürüleceği anlamına geliyor. Ölen Mickey(ler)’in benliğini oluşturan anıları ve kişisel özellikleri, insan basan özel bir makine sayesinde her seferinde bir sonraki Mickey’de tekrardan hayat buluyor. Ufak tefek farklılıklar meydana gelse de…

Nilfheim ismindeki buzul gezegeni sömürgeleştirme operasyonunun başındaki, narsistik kişiliği ile öne çıkan Kenneth Marshall rolünde Mark Ruffalo adeta karikatürize bir Donald Trump’ı canlandırıyor. Eşi Ylfa‘ya hayat veren Toni Collette ile komik ve eleştirel bir otorite ikilisi ortaya çıkarsalar da bir noktadan sonra bu ikilinin ekranda olduğu sahneler aşırı bayat gelmeye ve seyirciyi yorup bunaltmaya başlıyor.

Özellikle benim gibi, Mark Ruffalo’nun yer aldığı son birkaç yapımın hemen hemen hepsinde aynı sinir-bozucu-hafif-akılsız-adam paternini tekrarladığını fark eden ve dolayısıyla onu izlemenin artık keyifsiz gelmeye başladığını düşünenlerin bu görüşüme de katılacaklarını düşünüyorum.

17. kez hayata dönen Mickey bizle hikayesini paylaşmadan kısa süre önce, Nilfheim’in egemen yerlileri olan “Korkunçlar” (creepers) tarafından canı bağışlanıyor ve en çok Dune‘daki kum solucanlarını andırmakla birlikte birçok türün karışımı gibi görünen bu varlıkların aslında insan canlısı ve barış yanlısı olduklarını anlıyoruz. Buna rağmen Başkan Marshall’ın bu canlılara olan saldırgan tutumu, hatta canlılar tarafından gemideki kimse zarar görmemiş olmasına rağmen bir sahnede onlardan “barbar” şeklinde bahsedişi, özellikle benim gibi sömürgecilik sonrası edebiyatla sıkça haşır neşir olan izleyiciler için oldukça tanıdık ve klasik bir anlatı ortaya koyarken özgünlüğünü de korumayı başarabiliyor.

Filmin sonlarında gelişen ve henüz izlemeyenler için spoil etmek istemediğim olaylar ise neyse ki biraz umut verici oluyor. Şimdilik bu kadar bahsedebiliyorum ama Korkunçlar’ın her ne kadar gerçekten korkutucu göründüklerini kabul etsem de özünde iyilikten yana ve son derece adaletli canlılar olduklarının yadsınamaz olduğunu düşündüğüm için onlara bayıldığımı söylemeden de geçemeyeceğim.

Bong Joon-Ho’nun filmlerinde şahitlik etmeyi en sevdiğimiz şeylerden biri olan sosyal yapılar ve sistem eleştirileri de olmadan olmaz elbette. Parasite‘ta sınıf eşitsizliği, Okja‘da kapitalizm ve doğa üzerindeki yıkıcı etkisi, Memories of Murder‘da ise toplumsal çöküş eleştirileri ön plana çıkarken, bu filmde ise bunların her birine bir de otorite ve sömürgecilik eleştirisi katılıyor. Tabii bunlar için Mickey 17‘nin uyarlandığı romanın yazarı Edward Ashton’ı tekrar anmak gerekse de yönetmen Bong’un bunu uyarlama şekli de oldukça keyifli ve görsel dünyası da her zamanki gibi etkileyici ve takdir edilesi.

Filmde karakterler arası dinamikler son derece canlı ve hikaye de oldukça akıcı olmasına rağmen ben ilk yarıdaki ritmin ikinciye kıyasla biraz göze batacak seviyede ağır kaldığını düşünüyorum. Yani evet, karakterleri tanımamız ve olayların o noktadan sonra gelişmesi mantıklı ve alışıldık olan ama yine de bu sürecin bana biraz fazla uzun geldiğini ve sonraki kısımlara kıyasla sönük kaldığını da söylemek zorundayım.

Filmin sonundan memnun kalsam da üçüncü perdede önemli yer tutan, ya da öyle olması gerekip de oldurulamayan bir rüya sekansını çok gereksiz buldum ve filmin genel tonundan göze batacak şekilde ayrışan bir sahne olduğunu düşünüyorum. Yine de genel olarak keyifli bir film olduğu için ve son yıllarda özgün senaryolara hasret kalmış olduğumuzu düşünerek bunu da kolaylıkla göz ardı edebildiğimi söyleyebilirim. Film çok yakında online platformlarda yerini alacak olsa da kesinlikle büyük ekranda izlemeye değer bir yapım olduğu için bunu yapmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Çünkü Bong Joon-Ho gibi bir dâhiden bahsediyoruz!

Robert Pattinson‘a özel ayrı bir parantez açmak istemiştim, sonunda sıra o paragrafa geldi… Filmdeki kara mizah unsurunun büyük ölçüde Mickey üzerinden aktarıldığını düşünürsek, özellikle de var oluşu protokole tamamen aykırı olan Mickey 18 nihayet ortaya çıktığında, bu karakter(ler)in somutlaşan içsel çatışmasını aktarmaktaki başarısı akıllara durgunluk veren cinsten. Pattinson, her iki Mickey’yi de ayrı ayrı ele alırken aralarındaki nüansları beden dili ve ses tonuyla keskin bir şekilde belirginleştiriyor.

Buna ek olarak, iki karakterin karşı karşıya geldiği sahnelerde de her ikisinin psikolojik boyutlarını tek bir oyuncu tarafından bu kadar ustalıkla yansıtılabilmesi seyirciye inanılmaz etkileyici geliyor. Böylesine incelikli ve ancak deli işi denebilecek bu performans, Good Time, The Lighthouse, The Batman ve daha birçok takdir gören filmde, Robert’ın hayat verdiği karakterlerin asla yüzeyinde dolaşmayıp, onların ruhsal ve fiziksel sınırlarını zorlayarak dönüşüm geçirmekteki ve bunu seyirciye hissettirmekteki başarısını yine ortaya koyuyor ve günümüzün en heyecan verici aktörlerinden biri olduğunu tekrardan kanıtlamış oluyor.

Özellikle son birkaç ödül sezonuna tanıklık ederken, her ne kadar bu ödüllerin prestiji ve itibarı sorgulanır hale gelmiş, bizim de güvenimiz kalmamış olsa da, Robert Pattinson’ın bu performansının gelecek ödül törenlerinde takdir edildiğini görmek, bana izleyici olarak son derece haklı bir beklenti gibi geliyor. Umarım umduğum gibi olur.

Son olarak, Darius Khondji‘nin enfes distopik sinematografisinin ve Fiona Crombie‘nin set dizaynı katkısının öneminden bahsetmek istiyorum. Bu kurgusal evrenin nasıl işlediğinin büyük kısmını Mickey’den dinliyor olsak da Crombie ve Khondji’nin vizyoner bakış açıları filmdeki detayların ve atmosferin inceliklerini görselleştirerek, izleyicinin bu evrene uyum sağlamasına son derece doğal bir şekilde olanak kazandırıyor. Bu iki sanatçının da filmdeki görsel anlatıya detaylı katkıları, bu distopik evrenin inşasında oldukça büyük bir rol oynuyor.

Kısacası, Mickey 17, distopik bir evrenin ustalıkla örülmüş detaylarıyla, tematik derinliğiyle, Bong Joon-Ho’nun eşsiz yönetmenlik becerisiyle ve Pattinson’ın rahatlıkla olağanüstü denebilecek performansıyla izleyiciyi düşündürürken eğlendiren bir deneyime dönüşüyor. Bu yüzden kesinlikle izlenmeye değer olduğunu düşünüyorum. Sonraki yazılarda tekrar görüşmek dileğiyle!

Mickey 17: Biri Gider Diğeri Gelir

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...