Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Zamanımızın Bir Kahramanı: Bir Acayip Adam

Zamanımızın Bir Kahramanı: Bir Acayip Adam

Yazar: Ömer Acıoğlu

Zamanımızın Bir Kahramanı: Bir Acayip Adam

Bir cumartesi akşamı, MUBI sayesinde Türk sinemasında görülmemiş bir cevheri keşfediyorum. Bu cevherin adı Zamanımızın Bir Kahramanı. Prömiyerini Boğaziçi Film Festivali’nde yapan ve bu festivalde En İyi İlk Film ödülünü alan bu film, Miraç Atabey’in ilk yönetmenlik denemesi. Başrollerinde Emrah Gülşen, Mustafa Kandemir, Elvan Çanakoğlu ve Evrim Çervatoğlu yer alıyor.

Lermontov’un aynı isimli romanından uyarlanan bu film, 30’lu yaşlarına giren ama hâlâ olgunlaşamayan Mert’in memleketine geri dönmesini ve ailesiyle yıllar sonra yüzleşmesini anlatıyor. Hikâyeye başlamadan önce tekrar ediyorum: Bu film şu anda MUBI platformunda yayında, haberiniz olsun. Aksi takdirde bana “Aaa, nerede seyrettin hocam?”, “Biz göremedik hiçbir yerde.” ya da “Böyle bir Türk filmi var mıymış yahu?” gibi sorular soracağınızı biliyorum. Sormayınız, kendiniz bulunuz efendim.

Neyse, şöyle güzel ve rahat bir şekilde oturduysak haydi hikâyeyi anlatıyorum. Otuzlarına girmesine rağmen hâlâ olgunlaşamayan Mert (Emrah Gülşen), babasının cenazesi için memleketine dönüyor. Üç gün boyunca Rize’nin küçücük bir köyünde kalırken amcasıyla, eski arkadaşıyla, sevgilisiyle, yeğeniyle ve ailesiyle derin ve trajikomik bir yüzleşmeye giriyor. Ancak Mert, bu yüzleşmeye girerken harekete geçmiyor, ailesini umursamıyor. Fakat yeri geldiğinde ailesini, sevgilisini ve tanıdıklarını bir akrep gibi acımasızca sokabiliyor. Bu iki saatlik film, sizi tepeden tırnağa güldürürken aynı zamanda düşündürmeye de davet ediyor.

Hikâye açısından ilk bahsetmemiz gereken şey, filmin bir uyarlama olduğu gerçeği. Zamanımızın Bir Kahramanı, Lermontov’un aynı isimli romanından uyarlanıyor ve günümüze, bizim coğrafyamıza taşınıyor. Peki, sebebi ne? Film ile roman arasında coğrafya, karakter ve zaman gibi belirli farklılıklar olsa da bazı insanlar için bu yaşananlar hep aynı. Yani anlayacağınız, zaman değişir, coğrafya değişir ama insanlıktan nasibini almayan insanoğlu değişmez.

Ana karakterimiz Mert’e, tıpkı romandaki Peçorin gibi “oksijen israfı” diyemem. Mert’in aslında bir kalbi olduğunu görüyoruz; fakat insanların ona karşı soğukluğunu da hissediyoruz. Romanda Peçorin’in harekete geçmediğine şahit oluyor muyuz, bilemem. Ancak filmde Mert’in, kendi eylemsizliğini ve konfor alanını çoktan oluşturduğunu, topluma ve ailesine karşı umursamaz bir tavır sergilediğini görüyoruz. Belki de elinden kayıp giden zamanı fark ettiğinde artık çok geç olduğunu düşünüyor.

Bu film, harekete geçmekten korkan bazı insanlarımıza bir eleştiri niteliğinde. Belki de bu filmden sonra Lermontov’u ve Peçorin’i tanımak isteyeceksiniz. Ben ise Peçorin’i ve Lermontov’u daha yakından tanımayı istiyorum, dürüst olmak gerekirse.

Hikâye, yönetmenin de memleketi olan Rize’de geçiyor ve filmin burada çekilmesi büyük bir avantaj. Lisede babamla Rize ve Trabzon’a gitmiş biri olarak Karadeniz’in ne kadar zıt unsurlara sahip bir yer olduğunu çok iyi bilirim. Güneşe rağmen hissedilen soğukluk, düz görünmesine rağmen aniden karşımıza çıkan yokuşlar… Miraç Atabey, filmi Rize’de çekerken bölgenin coğrafyasını Mert’in mesafeli, soğuk ve dik karakteristik yönleriyle bütünleştiriyor.

Filmin bir başka önemli unsuru olan görselliğinden bahsetmek istiyorum. Görselliği konusunda söylenecek çok şey var. Öncelikle, kamera hareketlerinin sınırlı olması ve açılarının genellikle uzak çekimlerden oluşması, bu filmin anlatısına yakışan unsurlardan biri. Öyle ki, bu filmde tam anlamıyla bir Roy Andersson filmi izliyormuşuz gibi hissediyoruz.

Bundan dolayı filmi izlerken aklıma iki şey geldi: Birincisi, filmde sanki ölen babasının gözünden olanı biteni görmemiz fakat olanlara karşı müdahale edemememiz, ikincisi ise filmin ana karakterindeki ruhsuzluğunu, vurdumduymazlığını temsil ettiğini bilmemiz.

Peki, filmin bir diğer önemli unsuru olan seslere ne demeli? Bunun hakkında olumsuz bir şey söylemek çok zor. Filmde gördüğümüz manzaralar eşliğinde bazı diyalogları duyabiliyoruz ve bu da karakterler arasındaki iletişimi daha güçlü hissetmemizi sağlıyor.

Oyunculuklar ise tamamen doğal, gerçekçi ve filmin yapısını kesinlikle bozmuyor. Başrolde oynayan Emrah Gülşen, olgunlaşamayan ve kararsız bir adam rolünde çok başarılı. Amcasını canlandıran Mustafa Kandemir, karakterine bambaşka bir boyut kazandırmış. Tiyatro dışında pek adını duymadığımız Elvan Çanakoğlu, olgun bir kadın karakterini çok iyi canlandırıyor. Evrim Çervatoğlu ise başrol karakterinden bile daha olgun bir rolde izleyiciyle buluşuyor.

Artık izniniz olursa toparlama seansına geçiyorum ve zengin kalkışı yapıyorum. Miraç Atabey, bu filmde tam anlamıyla bir auteur kişiliğe sahip. Yönetmen, senarist, görüntü yönetmeni ve sanat yönetmeni olarak tek başına büyük bir iş çıkarmış. Bu açıdan bana Hong Sang-soo’yu hatırlattı.

Bunun dışında film, bazı şeylerin değiştiğini ama bazı şeylerin hiç değişmediğini vurguluyor. Umursamazlık, zamanı yakalayamama ve eninde sonunda “keşke” demek… İzlerken Yıldız Tilbe’nin “İnsanoğlu rahat, çoğu zaman rahatsız” sözleri aklıma geldi. Estetik açıdan ise trajikomik, soğuk ama aynı zamanda absürt bir yapıya sahip. Tıpkı bir Roy Andersson filmi izler gibi… Ve bu filmi izlerken düşünmeye başlıyorsunuz. O kadar farklı bir Türk filmi. Bu filmi izlemek için sizi MUBI’ye davet ediyorum. Kendinize çok ama çok iyi bakın. Hoşça kalın efendim.

Zamanımızın Bir Kahramanı: Bir Acayip Adam

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...