Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Dune: Part Two: Dune, Dune, Dune!

Dune: Part Two: Dune, Dune, Dune!

Yazar: Canberk Kaçar

Dune: Part Two: Dune, Dune, Dune!

Denis Villeneuve, bizi bir dizi bölümünün sonundaymışız gibi merakta bıraktıktan iki buçuk yıl sonra, kaldığı yerden devam ediyor: Arrakis’in kum tepelerinde. Klanları Harkonnen düşmanları tarafından katledilen genç Paul Atreides (Timothée Chalamet) ve annesi Jessica (Rebecca Ferguson), şimdi bu kumlu gezegenin asi yerli halkı Fremenlerle birlikte yürüyorlar… Jenerik öncesi yapılan “Baharat üzerindeki güç, her şey üzerindeki güçtür.” alıntısı aslında bize 2. filmin sonundan da bir haber ulaştırıyor. Mısır firavunları, Roma imparatorları ya da Orta Doğu sultanları olsun, insanlık tarihinin büyük bir bölümünde bir tür hükümdar tarafından yönetilmek bir normdu. İşte bu norm Mesih olmanın kaderine mıh gibi çakıldığı Paul’a ister istemez bahşedilecekti.

Konuya heyecan uyandırıcı bir giriş yaptıktan ve dikkatinizi çektikten sonra şimdi baştan başlayabilirim.

Öncelikle filmin görsel olarak büyüleyici olduğunu ve yönetmen Denis Villeneuve’un görüntü ve prodüksiyon tasarımının Frank Herbert’ın ünlü eserindeki karakterleri, dünyaları ve temaları desteklemesini sağlamak için harika bir iş çıkardığını belirtmek isterim. Arrakis, Kaitain ve Giedi Prime gezegenleri, karakterlerin giydikleri kıyafetler, kullandıkları araçlar ve silahlar; hepsi sizi hem doğru hem de heyecan verici bir şekilde mekânların ve farklı kimliklerin içine çekiyor. Özellikle Giedi Prime dünyasının siyah beyaz aydınlatılması bence zekice bir seçim, çünkü gezegenin güneşi, sakinleri kadar sert bir ortamda izleyiciyi içine çekiyor. Kamera ne zaman daha geniş bir bakış için çekilse, karakterler ve ortamlar genellikle nefes kesici oluyor. Bu da filmin zamanının biraz fazlasını yakın çekimlerde geçirmesini garip bir talihsizlik hâline getiriyor. Dahası, karakterler ve temalar o kadar güçlü ki, Herbert’ın hikâyesine odaklanıldığı her an film yükseliyor. Paul Atreides, annesi Lady Jessica ve aşkı Chani kahraman, akıl hocası ve aşk ilişkisi gibi arketip rollerin tadını çıkarıyor ama özel performanslarıyla filme katmanlar ekliyorlar. Ayrıca hikâye, Paul’un Seçilmiş Kişi (Mesih) statüsüne yükselişini benimsenmek yerine kaçınılması gereken bir kehanet haline getirerek klişe olabilecek şeyleri altüst ediyor. İlk filmde olduğu gibi, karakterler, temalar ve görseller arasındaki dans her zaman tutmuyor ama tuttuğu anlar filmi taşıyacak kadar güçlü.

Bence filmin ana kusuru, tüm bu parçaların istenildiği kadar sık bir araya gelmemesi. Paul ve Jessica gibi birden fazla karakter bir anda kişilik değiştirerek (içtikleri mucizevi mavi bir su), olay örgülerini daha yabancılaştırıcı ve daha az tatmin edici hale getiriyor. Film sık sık aynı anda hem dolgulu hem de aceleye getirilmiş gibi hissettiriyor. Uzun, kendini beğenmiş manzara sahneleri, garip açıklama sahneleriyle (Prenses Irulan ve Rahibe Anne arasında geçen ve Anne’nin aileyi nesiller boyu nasıl manipüle ettiğini açıklayan sahneler gibi) yer değiştiriyor; Fremenler ve İmparator’un askerleri arasındaki göz kırpıp kaçırdığınız son savaş sahnesinden bahsetmiyorum bile.

İkinci filmde Villeneuve yakın çekimlerden oldukça çekinmiş gibi hissettirdi bana. Yüzüklerin Efendisi’nde olduğu gibi hikâyenin tüm atmosferini geniş ve yüksek açılarla izleyiciye gösterme çabası ne yalan söyleyeyim, bir miktar abartı geldi. Tabi bu ihtiyat belki de bir zamanlar David Lynch’in tercih ettiği daha rahatsız edici yaklaşımdan ziyade Game of Thrones’un yapısına yaslanan ana akım bir versiyon sunma arzusunun sonucudur. Ancak Villeneuve’un isteksizliği başka pek çok yerde de kendini gösteriyor aslında. Villeneuve, genellikle çok uzaktan ve çok yüksekten çekim yaparak, aynı anda hem düşman bir çevreyle hem de kana susamış bir orduyla savaşan bedenlere yaklaşmakta isteksiz davranıyor. Bu mesafe, bir dağın etrafında havalanan minik asker sürüsü ya da Harkonnen gezegeninin üzerinde gökyüzünde patlayan koyu sıvı havai fişekler gibi bazı güzel görsel efektler üretme avantajına sahip olsa da, bir dezavantajı da içinde barındırıyor.

 

Bölüm 2’nin yıkıcı temaları jenerik bittikten sonra da aklınızdan çıkmıyor orası da ayrı. Çünkü film, Atreides Hanesi’nin intikamını Harkonnen Hanesi’nden alan filmin kahramanı Paul Atreides’in zaferiyle sona ererken kendisi de bir despota dönüşerek imparatorluğun geri kalanına karşı tıpkı rüyalarının öngördüğü gibi zulüm ve soykırıma yol açacak kutsal bir savaş başlattığından, kahraman bir kurtarıcı olmaktan çok uzaklaştığını gözler önüne seriyor. Orijinal Dune romanlarının hayranları aslında, Frank Herbert’ın amacının her zaman bu olduğunu bilirler. Mesihçi bir siyasi figüre tapınmanın ne kadar kolay olduğunu ve bu figürün daha önce sahip olduğunuzdan çok daha kötü bir tiran haline gelebileceği konusunda uyarıda bulunur. Her lider gibi Mesih görevi yüklenen Paul’un da kesinlikle yapması gereken bir seçim vardır: Direniş savaşçılarından biri olarak kalmak ya da kutsal bir savaş başlatmak anlamına gelse bile iktidarı ele geçirmek. Bu iki seçenek sırasıyla cariyesi Chani ve annesi Jessica tarafından savunulur ve omuzlarına tünemiş bir melek ve bir şeytan gibi sırayla onu etkilemeye çalışırlar. Bunun dışında, politik olay örgüsü kararsızlık eksikliğinden muzdarip. Karakterlerin açıklamaları, ortamdaki ikiyüzlülüğü ve kurulan entrikaları ifade etmekten ziyade, esasen her sekanstaki riskleri netleştirmeyi amaçlıyor. Bunun yerine karakterlerin iç dünyalarına daha detaylı inilerek bu ikilem ve entrikalar psikolojik bir altyapı ile ayyuka çıkmalıydı.

Sonuç olarak roman serisinin okuyucuları tarafından (buna ben de dahil) her zaman hedeflerinin gerisinde kalmış gibi görünen bir filmin meşru olarak beklenen büyük gösterisi sayabileceğimiz Dune serisi, sanki Villeneuve’un estetik hırslarının detaylandırılma konusunda kurbanı olmuş gibi gözükse de bir dizi anıtsal, statik resmin dahi verdiği keyif paha biçilemez. Umudumuz üçüncü filmde Villeneuve’un diyalogları tadından yenmez bir hâle bürüyüp bizi film sonunda zihni anlamda da hayrete düşürmesi.

Dune: Part Two: Dune, Dune, Dune!

Bunlar da ilginizi çekebilir

9 Yorumlar

Avatar
Kemal Sağsöz 26/03/2024 - 20:36

Filmin ve yönetmenin görsel dünyasına farklı bir bakış sunan hoş bir yazı olmuş. Sitede daha önce karşıma çıkmamıştı bu yazar. Takibe aldım.

Yanıtla
Avatar
Ahmet Körük 26/03/2024 - 22:41

yönetmenin çekim dili açısından çok iyi bir eleştiri olmuş

Yanıtla
Avatar
fevzi öncü 26/03/2024 - 23:11

iyi bir yazı. arkadaşım paylaştı kitaba da yeni başlamıştım ama çok farklı bakış sunmuş

Yanıtla
Avatar
Mehmet Karaçula 26/03/2024 - 23:16

Blogundan takip ediyordum. Bayağıdır yazı paylaşmıyordu. Yeniden yazmaya başladığını duyurur duyurmaz koştum. Ama lütfen blogdaki gibi daha samimi yaz.

Yanıtla
Avatar
kerem esmer 26/03/2024 - 23:20

bende az önce görüp hemen geldim.

Yanıtla
Avatar
efe tunç 26/03/2024 - 23:25

Fikiriçkisi blogundan tanırım artık buradaysa takipteuim. İyiki paylaştı yoksa haberimiz olmayacaktı ya

Yanıtla
Avatar
kenan azizce 27/03/2024 - 09:56

çok beğendim .

Yanıtla
Avatar
osman pertev 28/03/2024 - 11:45

güzel bir yazı olmuş. ilme hiç bu tarafından bakmmaıştım.

Yanıtla
Avatar
naim sorak 28/03/2024 - 12:01

bogdan sonra burada takip etmek de varmış

Yanıtla

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...