The Room Next Door: Sessiz ve Huzurlu Son Yolculuk
13 Ağustos’ta HBO Max’te yayınlanan The Room Next Door, 2024 yapımı merakla beklenen Pedro Almodóvar filmi. Geçen sene 81. Altın Aslan’ı da kaptığı için uzun zamandır merak konusuydu. Film, Almodóvar’ın ilk İngilizce dilindeki uzun metrajlı filmi olmasıyla da epeydir dikkatleri üstüne çekiyordu. İspanyolcanın etkisi Almodóvar’ın filmlerinden çıktığında acaba seyirciyi nasıl etkileyecekti? Hemen bunun cevabını vermek istiyorum. Çekimler ne kadar Madrid’de yapılmış olsa da dilin sinemaya etkisi büyük. İngilizce olmasının filmi sakinleştirdiğini söyleyebilirim. Ama tabii ki bu sakinliğin en büyük etkisi metin. Film aynı zamanda bir kitap uyarlaması. Sigrid Nunez’in What Are You Going Through adlı kitabından uyarlanmış. Sigrid’in baş karakterlerden Ingrid ile olan isim benzerliğini de söylemeden geçmeyelim.
Öncelikle Pedro Almodóvar’ın filmografisine sırasıyla baktığımızda zamanla gelişen teknoloji ile sinematografisinin geliştiğini fakat aynı zamanda benzer hikâyeleri işlediğini de görüyoruz. Benzer çıkış noktalarından ele alınan dramaları izlediğimizi fark ederiz. Cidden filmlerinde hep benzer sahneler de vardır. Bir önceki filmlerden kalan kalıntıları da görmemiz mümkündür. Genellikle filmlerinin giriş sahneleri hastanede açılır. Bu sahnenin verdiği dramatik etki her zaman oluşur. Sonrasında da çıplaklık bazen hastane sahnelerinde verilir. Hastane sahnesinde Martha’nın kendi kızıyla ilgili “Sık sık doğumda değişmiş olmasıyla ilgili fanteziler kurarım.” sözü de hemen gözleri Parallel Mothers’a çeviriyor. Pedro Almodóvar uzun zamandır aynı döngüde gidip geliyor gibi gözüküyor.
Bir diğer benzerlik ise ana karakterin ya sinemada ya da televizyonda izlediği görüntülerle filmin akışının sağlanması, farklı bir yöne çekilmesi ve anlam katılması. Özellikle sakin sahneler olur bu sahneler ve içimizi ısıtır. Bu sahneleri Talk To Her gibi filmlerinde görmek mümkün. The Room Next Door’da ise ormanın içindeki evde Martha ve Ingrid’in film gecesi yaptığı sahnede görüyoruz. Sinemanın güldürü unsurlarını görüyoruz, ardından da “The End” filmiyle içimiz tekrardan soğuyor.
Pedro Almodóvar’ın filmografisine tekrar dönüş yaptığımda odalardaki daima çıplak tablolara yer verilmesini de geçmek istemiyorum. Parallel Mothers, Talk To Her, All About My Mother gibi filmlerde bu çalışmalara bolca yer vermişti Pedro Almodóvar. Yine aynı şekilde The Room Next Door filminde de tabloları ve kırmızı rengin can alıcılığını bolca görüyoruz. Renkler yine yepyeni ve “Almodóvar” diye bağırıyor tabii ki.
Tilda Swinton ile de The Human Voice projesinde daha önce birlikte çalışmışlardı. The Room Next Door filmiyle beraber iyi bir iş birliği çıkarmışlar. Elbet bu sefer hastane odasında çıplaklık görmüyoruz ya da stüdyo evini ateşe veren bir kadını. Bu filmde, hastane odasında rahim ağzı kanserine yakalanmış bir kadını uzun zaman önce görmediği arkadaşı ile sohbet ederken görüyoruz. Martha eski bir savaş muhabiri, Ingrid ise roman yazarı ve en son yazdığı roman ölüm ile ilgili. Tıpkı filmin ölüm, ıstırap ve yas üçgeninde oluşu gibi.
Hastane odasından parklara, bahçelere uzanan arkadaşlığın yolculuğunda geçen sohbetler, Martha’nın hayat hikâyesini anlatmasıyla başlıyor ve devam ediyor. Flashback’lerle hep geçmişe gidiyoruz. Kızının babasını sormasıyla Fred’e, oradan Dora Carrington’un aşk hikâyesine, oradan da savaş muhabirliği yaptığı sıralar iş arkadaşının hikâyesine geçiyoruz. Pedro Almodóvar hikâyenin içerisine ufak ufak şehvet, arzu, aşk üçlemesini yerleştirmiş gibi gözüküyor. Martha ölüme bu kadar yaklaşmışken Ingrid ile aşk ve ölüm üzerine sohbet ediyorlar.
Filmin ilerleyen dakikalarında ise Martha, kanserden dolayı olan ölümü seçmek istemiyor. Kanseri kaybeden ya da kazanan kişi olmayı değil, bunu gururla yapmayı tercih ediyor ve ötenaziyi seçiyor. Bu süreçte de Ingrid’ten isteği yan odada olması. Ölüme hazır ve kabullenmiş olsa bile yanında birini istiyor. Bu süreçte Ingrid’e büyük bir sorumluluk ve acı da yüklüyor aslında fakat her defasında “Sen benim misafirimsin. Tatilde olduğumuzu farz et.” diyor. İkili arasında geçen diyaloglar, samimiyet ve içtenlik çok şiirsel. Filmin; ölümü, yası ve ızdırabı ele alış biçimi ise çok sakin ve huzurlu, aynı kuş sesleri gibi. Ne diyordu James Joyce: “Herkesin, tüm ölenlerin ve yaşayanların üstüne aynı kar yağıyor.”