Thunderbolts*: Yeni Yenilmezler…?
Marvel Sinematik Evreni’nin en yeni filmi Thunderbolts*, sonunda seyircisiyle buluştu. Ruh Sağlığı Farkındalığı Ayı içerisinde çıkan bu film, izleyenleri hem kendilerini sorgulamaya hem de çevrelerine daha dikkatli bakmaya itiyor. Nasıl mı? Gelin inceleyelim.
Yönetmenliğini Jake Schreier’ın yaptığı Thunderbolts* (yıldız işareti önemli!) bir grup anti-kahramana odaklanıyor. Film, Yelena’nın (Florence Pugh) yaşadığı zihinsel sıkıntılardan bahsetmesiyle başlıyor ve bu sayede karakterin derinliği artıyor. Bu film sayesinde aslında kahramanların ve anti-kahramanların perde arkasında neler yaşadığını öğreniyoruz. Özellikle henüz çocukken bir ölüm makinesine dönüştürülen Yelena’nın, nasıl bir “boşlukla” savaştığını ve depresyonla nasıl başa çıkmaya çalıştığını görüyoruz.
Film ilerledikçe, diğer ana karakterler olan Alexei Shostakov (David Harbour), John Walker (Wyatt Russell), Ava Starr (Hannah John-Kamen) ve Bucky Barnes’ın (Sebastian Stan) arka planda ne tür zorluklardan geçtiğini ve ne gibi problemler yaşadığını öğreniyoruz. Özellikle depresyon başta olmak üzere çeşitli ruhsal hastalıklarla mücadele eden Robert Reynolds (Lewis Pullman) karakteri aracılığıyla, bu rahatsızlıkların fiziksel hastalıklar kadar ciddiye alınması gerektiğini ve alınmadığında ya da gerekli tedaviler sağlanmadığında ne gibi sorunlara yol açabileceğini görüyoruz.
Film, karakterlerin verdiği mücadeleleri anlattığı için genel olarak gri, hüzünlü ve daraltıcı bir havaya sahip; fakat bu sizi yanıltmasın. Film asla sizi yormuyor ya da sıkmıyor. Hatta tam aksine, film boyunca kullanılan gri/monokrom renk paleti, izleyiciye atmosferi daha etkili şekilde aktarıyor.
Marvel Sinematik Evreni’nin uzun süredir bir hayranı olarak başarılı bir iş çıkaracaklarından neredeyse emindim, ancak ufak bir endişem vardı: The Void (Türkçede “Boşluk” olarak adlandırabiliriz) karakterini nasıl canlandıracakları. Tamamen karanlık olarak tasvir edilen ve “Boşluk” olarak anılan bu karakteri, simsiyah bir beden ve parlak iki gözbebeği ile hayata geçirmişler. Ancak bu karanlık izleyiciyi asla rahatsız etmiyor ve karakteri seçmekte herhangi bir zorluk yaşanmıyor. Bu yüzden karakterin yaratılmasında emeği geçen herkese ve The Void karakterini canlandıran Lewis Pullman’a ne kadar teşekkür etsek az kalır diye düşünüyorum.
Filmde, izleyici olarak beğenimi kazanan bir diğer unsur ise Boşluk’un içine giren insanların, karanlığa hapsolmak yerine en çok acı çektikleri veya bastırmak istedikleri anılarını tekrar yaşadıkları odalara girmeleri oldu. Yelena’nın bir türlü barışamadığı çocukluğuna, Kırmızı Oda’ya geri dönmesi ve arkadaşlarına ihanet ettiğini düşündüğü anları tekrar tekrar yaşaması; alkol problemi olan bir karakterin, banyoda gördüğü kendi yansımasının ona zorla votka içirmesi gibi sahneler, karakterle empati kurulmasını sağlıyor ve yaşadığı sürecin ne kadar zorlu olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor.
Aynı şekilde, halk önünde oldukça aşağılayıcı bir an yaşamış olan John Walker’ın şu anda mutlu bir aile hayatı yaşadığı sanılsa da, gerçeğin bundan çok uzak olduğunu Bob’ın (Robert’ın) ona gösterdiği sanrılarla öğreniyoruz. Sırasıyla Ghost, Red Guardian ve Winter Soldier olarak bilinen Ava, Alexei ve Bucky’nin geçmişlerine bu filmde çok fazla yer verilmemesi, anlatımı daha da etkili hâle getiriyor. Her ne kadar birçok filmde Bucky’nin yaşadıklarını görmüş olsak da, Ava ve Alexei’nin geçmişlerini görmek bazı izleyiciler için fazla ağır olabilirdi.
Sonuç olarak, hem Schreier hem de oyuncu kadrosu anti-kahramanları nasıl anlatmaları gerektiğini çok iyi anlamış ve karakterleri oldukça başarılı şekilde işlemiş. Herhangi bir eksiklik hissettirmeyen ve ideal hızda ilerleyen film, iki saat boyunca izleyiciyi ne yoruyor ne de sıkıyor; aksine, hem düşündürüyor hem de keyifli bir deneyim sunuyor. Marvel ile ilginiz olmasa bile mutlaka izleyin, izlettirin derim!
Thunderbolts*: Yeni Yenilmezler…?