We Live in Time: Her Anın Kıymetini Bilin
Yaşamak, her şeyden önce bir sanattır. Hayatı ve anı dolu dolu yaşamak ve yaşadığımız anın kıymetini bilmek de sanatın ötesindedir. Hatta “anı yaşamak” anlamında bir söz vardır: Carpe Diem.
Başrollerinde Florence Pugh ve Andrew Garfield’ın oynadığı We Live in Time, tam anlamıyla anı yaşamayı ve yaşadığımız her anın kıymetini bilmeyi anlatıyor. Yani aslında bir nevi “Carpe Diem” sözünü tanımlıyor. Yönetmen koltuğunda ise Intermission (2003), Boy A (2007), Closed Circuit (2013), Brooklyn (2015) ve en son da The Goldfinch (2019) filmlerinin yönetmeni olan John Crowley’nin oturduğu bu film, 18 Ekim’de yani yarın vizyona giriyor.
Filmin hikâyesine gelirsek, bir araba kazası sonucu tanışan iki insanı anlatıyor. Almut, geleceği parlak bir şeftir ve Tobias ise yeni boşanmış, hayattaki boşluğu doldurmaya çalışan, yeni bir işe girmiş bir adamdır. İkisinin de hayatını değiştiren bu rastlantı, hem yeni bir hayatın kapılarını açacak hem de birlikte geçirdikleri zamandan kesitlerle hayatlarını sarsacak bir gerçeği ortaya çıkaracaktır. Bu gerçek sayesinde, aslında yaşamanın da farkına varmaya başlayacaklardır.
Öncelikle filmin senaryosundan başlamak gerekiyor. Filmin yapısı kesinlikle non-lineer ilerliyor. İkisinin birlikteliklerini, tanışmalarını, birlikte yaşadıkları zorlukları ve bunun gibi olayları parça parça görüyorsunuz. Yani film, bir yandan geçmişte yaşananları, diğer taraftan günümüzde olanları atlayarak anlatıyor. Ancak her sahneyi parça parça görmemiz, geçen zamanı ve yaşanan olayları, hatırlanan ve hatırlanmayan geçmişin kıymetini bilmek açısından gerçekten iyi bir işleyişe sahip. Bu işleyiş sayesinde, filmin hikâyesi ne kadar klişe olursa olsun, çeşitli sürprizlere şahit olabiliyorsunuz.
Görselliği bence gayet başarılı. Mesela sinematografisi oldukça iyi. El kamerası hareketleri ve filmdeki yakın plan ile uzak plandan çekilen kamera açıları, filmin hikâyesi açısından son derece klasik. Ancak yine de birazdan bahsedeceğim oyuncuların performansları eşliğinde, filmin bir an bile sizi uzaklaştırmadığını söyleyebilirim. Bunun dışında, İngiltere’nin soğuk atmosferinden İtalya’nın sıcak atmosferine geçişler; hem geçmişte hem de günümüzde yaşanan kesitlerin olduğu kurgu; filmde dolaştığınız mekânlar, filmdeki sevgililer gibi sizi de alıp götürüyor.
Müzikleri ise eğlenceli ve kulağınızın pasını siliyor. Çünkü filmin daha ilk sahnelerinden itibaren enerjik, hüzünlü ama yine de umut dolu bir altyapıya sahip. Her ritmiyle paramparça, ama aynı zamanda umut verici.
Ancak filmin asıl gücünü nereden alıyor derseniz, oyunculuklardan alıyor. Zaten Andrew Garfield ve Florence Pugh uyumlu bir kimyaya sahip. Öncelikle Andrew Garfield’tan başlamak istiyorum. Kendisini The Amazing Spider-Man serisinde (2012-14) tanıdığımız Andrew Garfield, The Amazing Spider-Man filmlerinden sonra da çeşitli filmlerde kendini göstermeye devam etti. Andrew Garfield, 2022’de izlediğimiz Tick, Tick… Boom! filmindeki sağlam performansından sonra bu filmde de mükemmel bir performans sergilemiş. Alt metniyle, gözleriyle, yüz ifadeleri ve vücut diliyle herkesten rol çalmakla kalmıyor, son yılların en sağlam aktörlerinden biri olduğunu da kanıtlıyor. Bu filmdeki en iyi oyuncu benim için de o. İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale adayı olan Lady Macbeth (2016) filmiyle tanımaya başladığımız ve neredeyse her filmde adını gördüğümüz Florence Pugh ise bu filmde gayet güzel, gayet doğal bir oyunculuk sergilemiş. Andrew Garfield gibi, Pugh da yüz ifadeleri, gözleri, vücut dili ve alt metinleriyle oldukça başarılı.
Genel bir toparlamayla yazımı bitireyim. We Live in Time, kesinlikle kötü bir film değil. Anı ve hayatı yaşamaya dair gayet bilindik bir hikâye anlatıyor, ama hikâyenin ötesinde filmin oyunculukları, kurgusu ve parça parça işlenen senaryosuyla bu haftanın öne çıkan filmlerinden biri. Hüzünlü ama hayat dolu bir aşk filmi arıyorsanız, bu filmi izlemenizi tavsiye ederim.
We Live in Time: Her Anın Kıymetini Bilin