Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleriThe Survivor: Dövüş Sanatı

The Survivor: Dövüş Sanatı

Yazar: Canberk Kaçar
The Survivor: Dövüş Sanatı
The Survivor: Dövüş Sanatı

Bazen insan düşünmeden edemiyor: Acaba anlatılmamış bir Holokost hikâyesi kaldı mı geriye? Yine de bu hafta çıkan haberler hatırlatıyor bize – hâlâ adaletten kaçan, yaşayan Naziler var. Ve Amerikan sınırındaki fotoğraflarda, at üstünde kamçılarla insanları kovalayan görevlileri görünce, Holokost’a götüren tercihlerden pek çoğunun hâlâ değişmeden kaldığı kanıtlanıyor kanlı bir şekilde.

Holokost hikâyelerini beyaz perdeye düzgün aktarmak her zaman zordur – yönetmenler ya sadece zaten ikna olmuşlara hitap eder ya da öyle beceriksizce işlerler ki, bu durum ölülerin anısını lekelemeye kadar varabilir. İkinci Dünya Savaşı canlı hafızalardan silinmeye yüz tutarken, hikâyelerin doğru aktarılması artık çok daha kritik. Bu nedenle Barry Levinson’ın bu konudaki ilk filminde ahlaki açıdan böylesine muğlak bir öyküyü seçmiş olması dikkat çekici.

The Survivor: Dövüş Sanatı

Neyse ki bu konuda doğru bir yönetmen o; çünkü Levinson’ın uzmanlık alanı her zaman ahlaki olarak gri alanda duran erkekler olmuştur – ister 1950’ler Baltimore’unda bir grup azgın adam, Diner (1982), ister savaşta Robin Williams, Good Morning, Vietnam (1987), ister anlatıyı kontrol etmeye çalışan Bill Murray, Robert De Niro ya da Al Pacino olsun. Tüm bu filmlerden doğruca “The Survivor”a uzanan bir çizgi var. Film, Auschwitz’te hayatta kalmayı başaran Harry Haft’ın (Ben Foster) dehşet verici gerçek hikâyesine dayanıyor.

The Survivor, 1960’ların başında Georgia’da geçen sahnelerle başlıyor ve bitiyor; ancak asıl hikâye, siyah beyaz çekilmiş Auschwitz sekanslarıyla, 1949’da Coney Island’daki yeni hayatı arasında bölünüyor. Harry burada düşük bütçeli bir boksördür ve kişisel geçmişini kullanarak Rocky Marciano ile dövüşme şansı yakalamaya çalışır. Harry’nin bu güçlü rakibin karşısına çıkmasının nedeni, önceden birlikte olduğu ama savaş sırasında gözlerinin önünde tutuklanıp bir daha haber alamadığı Leah’tan (Dar Zuzovsky) haber alabilmektir.

Leah’nın hâlâ hayatta olduğuna öylesine emindir ki, savaşta kaybolanların izini süren bir ağın hizmetlerini satın almıştır. Bu ağda ise kararlı bir şekilde çalışan Miriam (Vicky Krieps) vardır. Fakat geçmişi medyada ifşa oldukça, özellikle de Peter Sarsgaard’ın canlandırdığı spor muhabiriyle birlikte, bu durum Harry’nin John Leguizamo ve Danny DeVito’nun liderliğindeki antrenman sürecini ve hatta hayatını tehlikeye sokar.

The Survivor: Dövüş Sanatı

Harry boksu Auschwitz’te – aslında daha önceden de biliyor – öğrenmiştir. Bir gün, arkadaşının çıplak karısının cesedi için ağlamasına kızan bir Nazi subayına saldırdığında, bu sahneyi ilgiyle izleyen Nazi subayı Schneider (Billy Magnussen – şu sıralar yakışıklı ama kötü karakterler için biçilmiş kaftan) Harry’nin öfkesini ve dövüş tarzını beğenip hayatını bağışlar. Ardından her cumartesi gecesi, diğer mahkûmlarla – genellikle ölümüne – dövüştüğü bir ringe çıkarır onu.

Ben Foster rolünde inanılmaz. Zaten her zaman büyüleyici bir oyuncuydu; fiziksel olarak barut fıçısı gibi bir enerjisi ve kirli bir cinselliği bir arada taşıyan bir aktör. 2014’te, Gillian Anderson’ın Blanche’ı ve Vanessa Kirby’nin Stella’sıyla birlikte sahnelediği “Arzu Tramvayı”nda Stanley Kowalski olarak izledim onu. O rolde öyle kusursuzdu ki, Brando’dan bile iyiydi diyebilirim. Seksapel, tehdit, kırılganlık ve içsel çatışmaları bir anda yansıtabilen nadir oyunculardan. Kariyeri boyunca canlandırdığı karakterlerde, şiddete meyilli dış görünüşlerinin arkasında aslında bastırılmış bir duygusal ihtiyaç ve çoğu kez karmaşık bir cinsellik vardı. 2011 yapımı “The Mechanic”te Jason Statham’la karşı karşıya geldiğinde bile, neredeyse maçı kazanıyordu. Bu filmdeki performansı ise âdeta kariyerinin zirvesi; kusursuz.

Ama Levinson ve görüntü yönetmeni George Steel’in Auschwitz bölümlerini siyah beyaz çekme kararı büyük bir hata olmuş. Zaman çizelgesini ayırt edebilmek içinmiş güya. Oysa bu teknik, seyirciyle duygusal bir mesafe yaratıyor ve tehlikeli biçimde yabancılaştırıcı. Belki vahşetin seyredilebilirliğini artırıyor ama bu öykü bunu hak etmiyor. Good Morning, Vietnam’da sadece radyo stüdyosundaki sahnelerin renkli olduğunu hayal edin – olur muydu hiç? Sanat, böyle “eski zaman” filtresiyle zor hikâyeleri sununca, genç izleyiciler hikâyeyi kendileriyle bağ kuramayacakları bir tarih parçası olarak görebiliyor. Oysa tam tersi olmalı.

The Survivor: Dövüş Sanatı

Neyse ki film sadece savaş değil. Harry’nin Miriam’a doğru yavaşça yaklaşmasındaki o kırılganlık, yaşadıklarının onun insanlığını yok edemediğini gösteriyor. Vicky Krieps, çok az sayıda İngilizce rolü olmasına rağmen büyük bir yıldız hâline geldi. Burada da Harry’ye karşı gösterdiği sessiz anlayış ve içsel direnişle harika bir denge kuruyor. DeVito’nun canlandırdığı karakter ise, Harry’nin geçmişine duyduğu saygıdan dolayı zaman zaman karşı tarafa da geçen bir Yahudi boks antrenörü. Ve aslında merhametin ve saygının pek çok biçimi olabileceğini gösteriyor bize. Hikâye Georgia’daki yüzleşmeye doğru ilerledikçe, umudumuz öfkenin ve acının yerini anlamaya ve affa bırakması yönünde.

Filmde şaşırtıcı ölçüde çok Yidişçe diyalog var. Özellikle bir düğün sahnesi var ki, gelin (Svetlana Kundish), “God Bless America”yı Yidişçe söylüyor – gözler doluyor. Amerika’nın savaş sonrası yeni vatandaşlarına yaptıklarıyla, bugün yaptıkları arasında uçurum var. Bu filmin varlığı bile başlı başına bir politik duruş aslında. Ve genel hatlarıyla hikâye hak ettiği özeni görüyor. Ama umalım ki Levinson’ın bazı tercihleri, bu sarsıcı ve önemli filmin alacağı değeri gölgelemesin.

The Survivor: Dövüş Sanatı

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...