Küçük Hanımefendi: Belgin Doruk
Belgin Doruk, sinemamızda kendine ait özel bir çizgiyle yer almış; kalabalıktan uzak, kendi sınırları içerisinde bir oyunculuk anlayışını koruyabilmiş dönemin en ender isimlerinden biridir. Bugün, vefatının yıl dönümünde kendisini anarak doğru şekilde tanıtmak, ardında bıraktıklarına hakkıyla bakmak gerekiyor.
Kendisini herhangi bir kaynaktan okurken ve izlerken derin derin düşündüğüm, hayran kaldığım fakat çoğu zaman hayat verdiği karakterlerle kendi hayatını bağdaştırarak içimi buruk hissettiğim bir isim. Ne zaman bir filmini açsam, kendine özgü zarafetiyle hem o dönemin kadınlarına hem de bugünün izleyicisine dair bir şeyler söyler gibi gelir bana.
1936’da Ankara’da dünyaya gelen Belgin Doruk’un oyunculuğa giden yolu, ailesinden gizli gönderdiği bir zarfta başladı. Kazanamayacağını düşünerek katıldığı güzellik yarışmasında Türkiye ikincisi oldu, ardından bir başka yarışmada Türkiye birincisi seçildi. Bu başarılar onun için hem bir vitrin hem de sinemaya dair atılmış ilk ciddi adımdı.
Belgin Doruk, oyunculuk biçimiyle öne çıkan bir isimdi. Dönemin kadın temsillerinin oldukça sınırlı olduğu bir sinema ortamında, canlandırdığı karakterler ne yüksek sesliydi ne de edilgindi. Onun rollerindeki sessizlik, çekingenlikten ziyade içsel bir denge hâliydi. Duygularını göstermekten çok hissettiren bir oyunculuğu vardı. Oynadığı karakterler kırılgandı ama asla teslim olmazdı. İfade biçimiyle Türk sinemasına alışılmadık bir gerçeklik taşıyordu.
Zamanla hakkında birçok yanlış bilgi yayıldı. Özellikle 1980 sonrası basında, kariyerini meslektaşlarının yükselişine bağlayarak kıskançlıkla geri çekildiği söylendi. Oysa Fatma Girik ile oynadıkları filmlerle abla kardeş gibilerdi. Hülya Koçyiğit keza öyleydi. Türkan Şoray’la doğum günleri aynıydı ve birbirlerine çiçek gönderecek kadar da saygı duyarlardı. Hatta birlikte yemek yedikleri bile olmuştur. Bu gibi detaylar, onun ne kadar gösterişsiz ama nezaket dolu biri olduğunu anlamak için yeterlidir aslında.
Belgin Doruk’un yaşadığı zorluklar yalnızca basit sağlık problemleriyle sınırlı değildi. Annesinin verdiği zayıflama haplarının içinde bulunan amfetamin maddesi, zamanla ciddi etkiler gösterdi. Ne doktorlar ne de çevresi bu ilacın etkisini tam olarak tanıyabildi. Bu dönemde sevgili dostu Zeki Müren’e de aynı ilaçtan verdi; Zeki Müren, fark edip bırakabildi fakat Belgin Doruk fark edemedi. Bu süreç, onun ruhsal ve fiziksel sağlığını derinden etkiledi. Sahne kazaları, unutkanlıklar, içe kapanmalar… Hepsi zamanla üst üste geldi.
Özel hayatı da benzer bir sessizlik içinde örselendi. Eşinin ilgisizliği, oğlunun borçları nedeniyle evine haciz gelmesi, geçirdiği hastane süreçleri ve sonunda özel bir psikiyatri kliniğinde şok tedavisi görmesi… Bunlar, magazin dilinde çarpıtıldı. Ama o, yaşadıklarını hiçbir zaman dramatize etmedi. Kendisini anlatan kitabın tamamlanmadan basılamamış olması ise içinde kalan en büyük şeydi.
Bugün, sinemamızda birçok biyografi filmi çekiliyor. Ancak Belgin Doruk’un hayatı dramatize edilecek bir hikâye değil. Onun oyunculuğunu, duruşunu ve yaşadıklarını bir başka oyuncunun canlandırması mümkün değil. Eğer bir proje yapılacaksa, öncelikli olarak film restorasyonları olmalı. Her biri özenle restore edilmeli; bugüne ulaşmamış röportajları ve görüntüleri belgesele dönüştürülmeli. Onu anlatmak değil, kendi sesinden dinlemek gerekir çünkü.
Belgin Doruk, bir döneme ait olmanın ötesinde, sinema hafızasında yer etmiş bir duruşu temsil ediyor. Kendine özgü bir estetik anlayışı ve kamerayla kurduğu sade ama etkili bir bağı vardı. Bugün hâlâ tanınırlığı azalmış olsa da, bu onun değil, bizim eksikliğimiz.
Onu anmak, geçmişi yüceltmek değil; eksik kalmış bir zarafeti hatırlamak demektir. Çünkü bazı isimler bir dönemin yıldızı olmaz. O dönemin kendisi olur.
Küçük Hanımefendi: Belgin Doruk