Röportaj: Yamaç Okur
Son zamanlarda izlediğimiz, izlemesek bile bir yerde mutlaka ismine, afişine veya sembolüne rastladığımız, müziğini duyduğumuz İçerde, Çukur, Alev Alev, Üç Kuruş dizilerinin yapımcısı Yamaç Okur ile bu dizilerin başarısını ve mesleğinin detaylarını konuştuk.
Furkan Öztürk: Öncelikle hoş geldiniz. Şöyle hızlıca başlayayım izninizle. Türkiye’de televizyon-sinema sektörünün bu kadar ilgi görmesine rağmen yapımcılar para verip dizi-film çektiren birileri olarak görülüyor. Siz yapımcılığın tanımını nasıl yapıyorsunuz ?
Yamaç Okur: Selamlar. Ben 2007 yılında yapımcılığa başladım. Normalde sizin de söylediğiniz gibi yapımcı denince, biraz da Yeşilçam geleneğinden gelen bir şey, yapımcı eşittir müteahhit sanılıyor. Para koyan, para yatıran kişi atfediliyor. Halbuki aslında finans yapımcılığın sadece bir parçası. Yapımcılık aslında tamamen yönetmenlik, senaristlik, oyunculuk ve diğer dallarda olduğu gibi yaratıcılıkla ilgili bir iş.
Yapımcı bir projeyi fikir aşamasından en son aşamaya, yani dağıtım, satış-pazarlama aşamalarına götüren kişidir. Dolayısıyla bu amaçla senaryolar yazdırır, fikirler bulur, doğru kişileri çevresinde bulundurur. Bütün herkesi bir araya getiren kişi olarak düşünebilirsiniz. Ben kendi tarafımdan bakıyorum, bizden önceki kuşakta çok az yapımcı vardı. 2000 yılının ortalarından itibaren, 5224 sayılı sinema filmlerinin desteklenmesi hakkındaki kanundan sonra bağımsız filmler artmaya başladı. Ben de belki o kuşağın ilk yapımcılarından bir tanesiyim, on beş yıldır yapımcılık yapıyorum. Son altı yıldır televizyon hayatıma girdi, hem işin sinema tarafında üretiyorum hem de televizyon tarafında üretiyorum.
Tam bu noktada, dijital platformların yaygınlaşmasından sonra televizyonun varlığını devam ettirip ettiremeyeceği sorgulanır oldu. Siz de aslında böyle bir anda dizi sektörüne girdiniz. Sektöre girerken bu konuda bir çekinceniz oldu mu ?
Şöyle söyleyeyim, dijital platformlar yeni bir mecra. Bizde mecralar önemlidir, televizyon bir mecra, sinema bir mecra. Bence dijitalin ana akım televizyonu bitireceği büyük bir yanılsama. Tam tersi televizyon hâlâ kuvvetli, Amerika’da da kuvvetli. Türkiye’de dijital platformlar henüz çok yeni. Önce Türk dijital platformlar başladı içerik üretmeye. Puhutv ve BluTV ilk dizileri ürettiler. Ondan sonra Netflix girdi hayatımıza, burada orijinal Türkiye içerikleri üretmeye başladı. Bu sıralarda Disney Plus, HBO Türkiye pazarına girmek üzere, geçtiğimiz sene iki yeni platform kuruldu (Gain ve Exxen). Dolayısıyla birçok platformun olduğu bir ortamdayız fakat dijital platformların televizyonu bitireceği algısı son derece yanlış. Tam tersine televizyon hâlâ son derece kuvvetli. İkisinin seyircisi birbirine çok benziyor, farklı seyirciler değil. Örneğin Üç Kuruş dijitalde de izleniyor, televizyonda da izleniyor. Totale hitap eden bir işiniz varsa çok bir şey fark etmiyor.
Dijitalde aslında bağımsız sinema için bir yol açıldı diyebiliriz. Genelde bağımsız filmlere 15-20 bin seyirci gittiği için dijitalde daha büyük bir kitleye ulaşma fırsatı doğdu. Ama televizyon tarafında herhangi bir korku olduğunu düşünmüyorum. Büyük şirketlerin, yapımcıların çoğu elbette dijital diziler de üretiyorlar ama esas konsantrasyon alanları dijital değil. Çünkü esas finans kaynağı televizyondan ilerliyor, Türk dizileri dünyanın hemen hemen her yerine satılıyor. Latin Amerika ve Orta Doğu ile başlamış olan pazar şuanda Avrupa’ya açıldı, Amerika dahil bir pazarı var Türk dizilerinin.
İnsanların televizyon işlerindense platform işlerini tercih etmelerinde birçok sebep var ama bunların başında dizi süreleri geliyor diyebiliriz. Sizce uzun dizi süreleri yapımların kalitesini düşürüyor mu ? Bir yapımcı olarak ekonomik sebepleri de göz önünde bulundurarak dizi sürelerinin düşmesi gerektiğini düşünüyor musunuz ?
Sorunuza sinefil şapkam ve yapımcı şapkamla iki farklı yanıt vereceğim. Dizi sürelerinin Türkiye’deki uzunluğu işin tamamıyla ticari tarafıyla ilgili bir şey. Bir dizi ancak 135 dakikaya eriştiğinde 4 reklam kuşağı elde edebiliyor ve kanaldan gelen finansman ancak bu şekilde sağlanabiliyor. Dolayısıyla süreler aslında seyirci ve yapımcı talepleriyle değil tamamen işin ekonomik tarafıyla ilgili. Eğer 135 dakikaya ulaşmazsa kanal bütçe açısından zarara uğruyor. İşin seyirci tarafına bakıldığında açıkçası ben de şaşırıyorum, nasıl izleniyor bu kadar uzun dizi süreleri ? 20.00’da özet, 21.00’da dizinin kendisi başlıyor, 3 reklam kuşağı da eklendiğinde 00.15 civarında bitiyor. İlginçtir ki izleniyor. Reyting sistemine göre belirleniyor bu izlenmeler. Reyting sistemi yıllardır değişmedi, yaklaşık 20 bin kişi tarafından ölçülen bir sistem var. Dizilerin kaderini bu panel belirliyor.
Sinefil şapkamla cevap verecek olursam tabii ki süreler uzun, ben televizyon dizilerini izlemiyorum. Kendi dizilerim dışında televizyon dizilerini izlemiyorum, önceden de bu böyleydi. Elbette yeni çıkan işlerin fragmanlarına vs. bakıyorum. Keşke eskiden olduğu gibi pt (prime time) kuşakları olsa, önceden bu kuşaklarda bir gecede birden fazla içerik yayınlanabiliyordu. Fakat zaman içerisinde kanal ve yapımcıların işlerine geldiğinden süreler uzadı. Burada öncü olması gereken kanallar var. Bence TRT’ye çok iş düşüyor bu konuda. Keşke yıllar önce çok daha yaratıcı ve cesaretli kararlar alıp diğer kanalların yapamadığı işleri üretebilselerdi. Hem süre hem de nitelik açısından bunları yapabilecek güçleri varken özel kanallarla rekabete girişince oraya göre işler üretmeye başladılar. Dizi sürelerinin çok yakın zamanda maalesef değişeceğini düşünmüyorum. Belki bunlarla ilgili bir yasal düzenleme getirilebilir. Ama umutluyum, politik iklim belki şuanda buna izin vermiyor ama ileride TRT’den başlanılarak bir şeyler değiştirilebilir. Eminim ileride daha kısa diziler olacaktır.
Dijital platformların izleyici açısından tercih sebeplerinden biri de kuşkusuz sansür. Sizin yapımını üstlendiğiniz İçerde, Çukur, Üç Kuruş gibi işlere baktığımızda mafyatik adamların sansür nedeniyle çok kibar konuşmak mecburiyetinde kaldıklarını görüyoruz. Sizce sansür bu gibi işlerin inandırıcılığını azaltıyor mu ? Sizce televizyon dizilerinde sansür olmalı mı ?
Öncelikle televizyona bir iş yaparken televizyona yaptığınızın farkında olmanız gerekiyor. Onu yaparken de bence her zaman işi farklılaştırabilecek yöntemler bulabiliyorsunuz. Aslında televizyon tarafında oyunun kuralları belirsiz, çünkü bununla ilgili bir düzenleme yok. Kurallar zamandan zamana, kişiden kişiye değiştiği için o kişilerin etik anlayışına göre hareket ediyoruz. Muhtemelen 5 sene önce yaptığımız Çukur’u şuan yapamazdık, kanal böyle bir işe daha az cesaretli olabilirdi. Türkiye’nin dönüşümünü anlatmak adına söylüyorum bunu.
Evet dediğinize katılıyorum, bu tarz bir suç dizisinde içerik daha sert olmalı. Dünyaca ünlü muadil içeriklere baktığımızda daha sert şeyler görüyoruz ama bunları da yapımcı, yönetmen ve senarist doğru bir şekilde tasarlarsa yine hissettirebilir. Biz bunu üç dizimizde de hissettirdik. Elbette şikayet edecek bir sürü şey var ama şikayet etmek yerine bardağın dolu tarafına bakıp kendi içeriğimizi nasıl farklılaştırabiliriz buna kafa yormak gerekiyor. İçerde’de biz iki kardeşin birbirini bulma hikâyesini anlattık, Çukur’da bir ailenin hikâyesini anlattık, Üç Kuruş’ta kimlik meselesi üzerine bir hikâye anlatıyoruz. Bu dizilerin isimlerinden posterlerine bu farklılığı görebilirsiniz. Seyirci bence son derece akıllı ve bilinçli. Hak eden işe hak ettiği değeri veriyor. Kaliteli işi bir yerden görüyorlar.
2003 yılında yayınlanan Kurtlar Vadisi’nden beri dizilerin sokağa etkisi gittikçe azalmıştı ta ki Çukur’a kadar. Televizyon öldü denilen bir dönemde Çukur gencinden yaşlısına sokaktaki herkese bir şekilde dokunmayı başardı. Rap müzikler, duvara çizilen semboller, basılan t-shirtler gibi şeylerle bunu somut bir şekilde görmüş olduk. Siz bu başarıyı neye bağlıyorsunuz ? Yıllardır diğer dizilerin yapamadığı neyi yaptı Çukur ?
Çukur bence Ay Yapım’ın en sokakta direkt yansıması olan işlerinden bir tanesi oldu. Türkiye’nin hem batısında hem doğusunda özellikle Karadeniz’de sevildi. Çukur çok sahici bir hikâye. Bence Çukur’un bu kadar tutmasının sebebi karakterlerin sahici olması, hikâyenin özgünlüğü ve doğru casting yapılması. İşin içerisinde Aras Bulut İynemli var. Kendi kuşağının en önemli oyuncularından bir tanesi. Lider bir oyuncu, girdiği her rolde üstüne bir şeyler katabilen bir oyuncu. Biz Çukur’u istesek on sezon da yapardık ama hikâyeyi bir yerde bitirmek istedik. Hep uzun soluklu bir iş oldu, bunda da Aras’ın, yönetmeni Sinan Öztürk’ün, yazarları Gökhan Horzum ve Damla Serim’in ve Kerem Çatay ile birlikte benim katkımız oldu. Sembol fikrini yaygınlaştırmak benim fikrimdi. Şu anda Dünya’nın çeşitli yerlerinde, ücra köşelerde görebilirsiniz. Rap’i popüler bir hale getiren bir iş oldu. İçerik insanlara değmese bu kadar olmazdı, dijital platforma yapsaydık dünyaca ünlü farklı bir içerik çıkabilirdi. Çeşitli ülkelerde hâlâ gösterimleri devam ediyor.
Türkiye’de uyarlama işlere bir ön yargı olduğunu sosyal medyada görebiliyoruz. Yapımcılığını üstlendiğiniz Alev Alev de bir Fransa’dan uyarlama bir iş. Uyarlama işlere sizin bakışınız nedir ?
Mümkün olduğu kadar özgün içerikten yanayım. Ben şahsen yapımcı olarak özgün içerikler üretmeyi tercih ediyorum. Bunu yapabilecek senaristlerimiz, yönetmenlerimiz olduğunu düşünüyorum. Eğer uyarlama olacaksa da örneğin kendi yaptığım uyarlamadan bahsedeyim. Aslında o uyarlama sekiz bölümlük bir Fransız dizisinin uyarlamasıydı ama biz aslında o hikâyeyi bir bölüm kullandık neredeyse. Şuanda geriye dönüp baktığım zaman tam bir uyarlama diyemem, karakterleri, zamanı, çoğu şeyi farklı.
Ben iyi uyarlamaların eserin özüne sadık kalarak farklılaştırılıp yapılması gerektiğini düşünüyorum. Televizyon tarafında edebiyat uyarlamaları az yapılıyor, keşke daha fazla yapılsa. Edebiyat uyarlamalarından zaman içerisinde koptuğumuzu düşünüyorum. Bence son derece iyi kitaplar var ve bunları iyi uyarlayabilecek senaristlerimiz var. Daha iyi yararlanabiliriz diye düşünüyorum edebiyattan.
Tam bu noktada edebiyattan daha fazla yararlanmamız gerektiğinizi diğer röportajlarınızda da bahsettiğinizden biliyorum, Alper Canıgüz’ün Kan ve Gül romanının haklarını aldığınızı okudum. Benim de çok sevdiğim bir romandır. Sizin tarafınızdan bu tarz edebi uyarlamaları daha sık görecek miyiz ?
Ben kendi tarafımda az ve belirli bir kalitede iş üretmeye çalışan bir yapımcıyım. Kendim de bir okurum ve biraz önce söylediğiniz Kan ve Gül’ü de çok seviyorum. Bence son dönem polisiye yazarlarında Alper Canıgüz çok önemli bir yazar. Maalesef daha bir içeriği dizi veya filme dönüştürülmedi. Kan ve Gül polisiyenin yanı sıra fantastik ögeler taşıyan bir iş. Aslında onu bir film gibi tasarladık fakat yüzde yetmişi Boğaziçi Üniversitesi’nde geçiyor ve şuanda oraya bir kayyum atanmış durumda. Maalesef orada özgürlük ortamı çok azaldı. Bu yüzden de oradaki ortamın tekrar eski haline dönmesini bekliyorum. Umarım yapacağım.
Bir de Murat Uyurkulak’ın Delibo romanının haklarını aldım. Murat Uyurkulak hem Üç Kuruş senaristlerinden biri hem de benim çok sevdiğim bir yazar. Delibo çok özel bir roman ve Murat’ın da ilk kitaplarından. Bence çokça sinematografik unsur barındırıyor, ondan da bir dijital dizi yapma fikrim var. Ay Yapım her iki fikre de sıcak bakıyor. Umarım olacak. Kendi tarafımda edebiyat uyarlamalarına, farklı işlere çok açığım. Nitelikli işler üretme yanlısıyım, elimden geldiği kadar üretmeye çalışacağım.
Mesleğiniz gereği çok fazla film seyrettiğinizi ve edebiyatla da yakından ilgilendiğinizi biliyoruz. Hatta kariyerinizin bir döneminde dergi kurmuş aynı zamanda yazar ekibinde yer almışsınız. Peki Yamaç Okur’un kaleminden bir dizi, film veya kitap görebilecek miyiz yakın gelecekte ?
Yok, ben kendimi hep yapımcı tarafta gören biriyim. Zaten mesleğim oldukça zor ve yani bir sürü işin senaryo aşamasında fikirler veren, kurgu aşamasında fikir veren bazen son noktayı koyan, bazen dinleyen bir aşamadayım. Dolayısıyla yeteri kadar yaratıcı tarafta olduğumu düşünüyorum. Doğru bir fikir olursa bakarım ama şuan zaten yaratıcı taraftayım. İlk sorunuzda da konuştuğumuz gibi maalesef yapımcı bu şekilde algılanmıyor ama bence zaten yaratıcılık gerektiren bir iş.
Yönetmen-yapımcı modelini de doğru bulmuyorum. Çünkü yönetmen talep eden kişidir, yapımcı yönetmenin hayal dünyasını en iyi şekilde gerçekleştirmeye çalışan kişidir. Ana resme en yakın kişi olduğundan tavizleri doğru veren kişidir. Çok sık kullanırım, sinema bir taviz sanatıdır derim. Olanaklarınız sonsuz olabilir ama her zaman sınırlar ve engeller vardır. Bence engellerin olması iyi bir şey, daha farklı düşünmeye iter sizi. Sınırlamaların olması taraftarıyım.
Son olarak sizden Ekranom okuyucuları için 3 film önerisinde bulunmanızı istesek..
Zormuş, çok fazla film var. Benim bir de uzun yıllar sinema yazarı kariyerim oldu. Altyazı Dergisi’nin kurucularından bir tanesiyim. Onu 2003 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışladım. Yapımcılık kariyeri ağır basınca oradan ayrıldım, dergi hâlâ daha devam ediyor yayın hayatına.
Film tavsiyesinden ziyade belki ülke sinemaları önerebilirim çünkü çok fazla film var. Kimseye haksızlık olmasını istemem, film festivalinde şuan 150’ye yakın film var ve muhtemelen bu yazı yayınlandığında festival bitmiş olacak. Son dönemde heyecanlandığım sinemalardan biri Yunan Sineması. Enteresan bir şekilde farklı işler izliyorum orada. Uzak Doğu Sineması’nı hep çok seviyorum, kendini yenileyebilen, tekrara düşmeyen bir durumu var. Türk Sineması maalesef bunu yapamadı. Doğu Avrupa’dan iyi işler geliyor, Rus Sineması’ndan yeni işler geliyordu, bir kuşak oluşmuştu fakat durum nereye gidecek bilmiyorum. Dizilerden çok fazla iş izliyorum. Son dönemde HBO dizilerinde nitelikli işler görüyorum, umarım Türkiye’de de iyi işler yaparlar. Netflix’te beni heyecanlandıran sadece iki proje oldu. Bir Başkadır ve Uysallar beni çok heyecanlandırdı. Çok daha iyileri çıkacaktır diye düşünüyorum.
Röportaj teklifimizi kırmadığınız için okuyucularımız ve kendi adımıza çok teşekkür ederiz.
Rica ederim, kolaylıklar dilerim..
Röportaj: Yamaç Okur