Anasayfa Röportajlar Başlangıçlar Röportajı: Ozan Yoleri

Başlangıçlar Röportajı: Ozan Yoleri

Yazar: Ömer Acıoğlu

Başlangıçlar Röportajı: Ozan Yoleri

İstanbul Film Festivali’nde çok severek izlediğim Başlangıçlar filmi, Türk sinemasında büyümek, karar vermek, sorumluluk gibi konulara değinirken, 94’lü biri olarak benim de bazen yaşadığım çeyrek yaş krizine yoğunlaşan ilk film olmuştu ve bu konuyu sinematik bir tarzla anlatmıştı. Bu filmi takip eden yapımlarda da yavaş yavaş birçok Türk filminin bu tür konulara odaklandığını göreceğiz. Filmin yönetmeni Ozan Yoleri, Ekranom’a açıklamalarda bulundu. Çeyrek yaş krizine, “Başlangıçlar” filminin yapım ve fikir aşamasına, bağımsız Türk sinemasının şu anki durumuna, yapay zeka meselesine ve İstanbul Film Festivali’ndeki Köprüde Buluşmalar’da yer alan “Gökçeada” isimli dizi projesine dair bilgiler verdi.

Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Tabii. 92’liyim, Edirne’de doğdum. Lise ile beraber İstanbul’a geldim ve üniversitenin bitmesine paralel bir süreçte asistanlık, yardımcı yönetmenlik yaparak bağımsız sinemaya geçiş yaptım. Sonrasında kısa filmler ürettik ve şimdi “Başlangıçlar” ile devam ediyoruz.

“Başlangıçlar” filminin yapımına geçmeden önce, yönetmen olma fikri nereden çıktı ve yönetmen olmak için nasıl bir yol izlediniz?

Yönetmen olma fikri aslında üniversitede okuduğum süreçte oluştu. Mithat Alam Film Merkezi ve Mithat Alam’ın kendisinin biraz yönlendirmesiyle, bir filmi sadece izleyici olarak takdir etmekten ve keyif almaktan öte, üreten tarafta da olabileceğimi düşündüm. Aslında ilk fikirler orada filizlendi. Yani, evet, bir film yapmak nasıl olur, nasıl bir üretim süreci gerektirir, neler gerekir gibi sorular aklıma geldi. Bire süre sonra bir geçiş yaşanıyor ve iş pratik yapma evresine geçiyor. Sinema sevgisiyle başlıyor, tıpkı bugün sektörde yer alan birçok kişi gibi benim için de öyle oldu.

Birkaç filmde sizi yardımcı yönetmen olarak gördüm. Yardımcı yönetmenliğin, gerçekten yönetmen olma yolunda bir faydası var mı? Bunu soruyorum çünkü genelde kurgu yapanlar ya da görüntü yönetmenleri de bir süre sonra yönetmenlik yapabiliyor.

Bu aslında iki aşamalı bir soru. Bence bir noktaya kadar mutlaka faydası var. Bu, sadece yardımcı yönetmenlik için değil, üretim sürecinin herhangi bir disiplininde yer aldıktan sonra yönetmenliğe geçiş yapmanın genel olarak faydalı olabileceği bir durum. Çünkü hangi departmanda olursanız olun, yönetmenle beraber çalışıyorsunuz ve sinema multidisipliner bir alan. Bu nedenle benim için böyle bir geçiş, yardımcı yönetmenlikten oldu. Ama dediğiniz gibi, görüntü yönetmenliğinden, kurgudan, yapımcılıktan veya senaristlikten yönetmenliğe geçiş yapanlar da var. Ancak bu, belirli bir noktaya kadar avantaj sağlıyor. Yani “soğuk suya ayağınızı sokma” aşamasını geçmenize yardımcı oluyor, fakat yüzmeyi öğrenme kısmında doğrudan bir katkısı olmuyor. Çünkü yönetmen olduğunuzda, karar mekanizmalarının merkezinde yer alıyorsunuz. Her soru, her karar size gelmeye başlıyor ve bu, farklı bir sorumluluk hissi doğuruyor. Verdiğiniz her karar, nihai bir karar oluyor ve bu kararlar filmin son halinde izleyiciye ulaşacak olan görüntünün kalitesini ve içeriğini etkiliyor. Bence yönetmenliğin en zor yanı, bu stres ve baskıyla başa çıkmak. Özellikle ilk filmi yaparken, bu baskıyı daha yoğun hissediyorsunuz. Sete girdiğinizde, önceki tecrübeleriniz sizi bir noktaya kadar getiriyor ve ondan sonra yeni bir öğrenme süreci başlıyor.

Şimdi, ilk uzun metrajlı filminiz “Başlangıçlar”ın fikir aşamasına gelelim. Bu filmin fikri nasıl oluştu ve sizi bu filmi yapmaya iten şeyler nelerdir?

Filmin fikir olarak ortaya çıkması aşağı yukarı 2019 sonu. Dönem olarak, benim de 26-27 yaşlarında olduğum bir dönem. Aslında 90’lar doğumlu jenerasyonun üniversiteden mezun olup sonrasındaki o belirsizlikle boğuşmaya başladığı bir döneme, 2010’ların sonuna tekabül ediyor. Üniversite sonrasında bir boşluk oluşuyor, insanlar hayatlarını farklı yönlerde çizmeye başlıyorlar; yurt dışına gidenler, sektör değiştirenler, ülke içinde başka bir yere taşınanlar… Bu, sahip olduğunuz çevrenin bir tür erozyona uğramasına sebep oluyor. İlk fikir olarak bu gelmişti: Etraftaki insanlar gidiyor ve herkes kendi yolunu çiziyor. Fakat hem gidenlerde hem de kalanlarda, konuştuğumuzda, iletişim kurduğumuzda bir ortak belirsizlik hâkimdi. “Bir karar verdim ama bu karar doğru mu bilmiyorum” ve o kararın bağlayıcılığının getirdiği bir anksiyete hali mevcuttu. Bu hisler üzerine nasıl bir film yapabiliriz diye düşünürken aslında konu ortaya çıktı. Etrafımdakilerle bu konu üzerine konuşup konuyu biraz daha deşince bunun bir jenerasyonel tarafı olduğunu fark ettim. Yepyeni bir şeyden bahsetmiyoruz tabii ki ama bizim nazarımızda Türkiye’de görece yeni bir mefhum bu: 20’li yaşlarda yaşanan öne çekilmiş bir orta yaş krizi. Peki bu nedir? Gelecek belirsizliği, bundan duyulan kaygı, hayatına dair ne yöne gideceğini bilememek ve bununla ilgili alınacak kararları erteleme. İşte bunların bir film hâline getirilme süreci aslında Başlangıçlar‘ın o dönemki kaotik hâlini bu şekilde toparlayabilirim.

Başlangıçlar filminde, Fransa’daki eğitimini bırakıp ailesinin yanına, yani İstanbul’a dönen genç bir kadını anlattınız. Onun gözünden de kararsızlık, ailevi ve maddi sorunlar, mesleki sıkıntılar gibi pek çok meseleye —ya da çeyrek yaş krizi olarak adlandırabileceğimiz, bizim yaşlarımızda yaşadığımız sorunlara— parmak bastınız. Psikolojik açıdan da toplumsal açıdan da düşünülmesi gereken bir konu bu, bana göre. Çeyrek yaş krizini filmin merkezine alma fikri nasıl oluştu?

Yani, az önce bahsettiğim gibi, bu en başta bir fikir olarak vardı. Bu ruh hâli, çeyrek yaş krizinde özetleniyor. “Bunu nasıl işleyebiliriz, bu nasıl bir film olur, nasıl bir yapı kurarız?” konusunu düşünürken, meselenin bize has olan kısmını biraz daha ele almaya çalıştım. Yani, bir çeyrek yaş krizi hâli mevcut. Fakat sonuçta bu bizim öznel deneyimimiz; Türkiye’de yaşayan, bu kültürün ve bu ülkenin gelgitleri arasında mücadele eden insanlar olarak. Konuyu kurarken de, demin bahsettiğim yurt dışına gidip orada kalmayıp geri dönen birçok insanın bunalımını gözlemlerken, aslında bizim de Osmanlı’dan bu yana devam eden bir Doğu-Batı gelgitinin içinde yaşadığımızı ve bu duruma pas atacak bir yapı kurabilir miyiz diye düşündük. Bu şekilde, aslında Fransa ayağı ortaya çıktı.  Türkiye’de modern resmin ve ressamların tarihinin doğrudan bağlantılı olması sebebiyle spesifik olarak Fransa’yı tercih ettik.

Şimdi işin biraz oyunculuk kısmına gelmem gerek. Çeyrek yaş krizini yaşayan genç kadın rolünü seçerken, karakter açısından nelere dikkat ettiniz?

Karakterin temel özelliği, bir tür arada kalmışlık yaşıyor olmasıydı. Yani cesur kararlar alabilen ve planlı programlı yaşayan bir izlenim vermemesini, ikilemlerini yüzünde görebilmeyi hedefliyordum. Bu, doğrudan oyuncu seçimini nasıl etkiledi sorusuna kesin bir cevap veremem yazım sürecinin erken aşamalarında Ahsen’i bu projede hayal edebildiğimi fark ettim. O yüzden projeyle Ahsen’in birleşmesi kolay bir süreç oldu. Kendisini yakından tanıdığım ve daha önce beraber çalıştığımız için, karakterdeki küçük kırılmaları —yani mikro ölçekli iniş çıkışları— yansıtacağını öngörebiliyordum. Nitekim, küçük bir deneme yaptığımızda beklentilerimi karşıladığını görünce, zaten çalışma dinamiğine de hâkim olduğum için Ahsen ile ilerleme kararı aldık.

Filmin başrolünde Ahsen Eroğlu var. Bahsettiğiniz gibi, kendisi sizin kısa filminiz olan Aylin‘de de oynamıştı. Bu film, sizin ve Ahsen’in ikinci ortak çalışmanız. Peki bu durumda, oyuncu-yönetmen ilişkisini nasıl gözlemliyorsunuz? Mesela, Martin Scorsese’nin Leonardo DiCaprio ile tekrar tekrar çalışması gibi mi?

Aylin‘deki tecrübelerimizin ve sonrasındaki devamlı iletişimimizin projeye çok katkısı oldu. Ahsen, projeden çok erken bir süreçte haberdardı.  Ahsen’den gelen geri bildirimler, belki bir deneme, sahnenin çalışıp çalışmadığını görme ve ona göre bir revize süreci. Yani, bu trafik çift yönlüydü. Eğer Ahsen ile ilk defa çalışıyor olsaydık, bunu yine sağlar mıydık? Muhtemelen sağlardık ama öncesindeki tanışıklığımızın, bu iletişimi şeffaflaştırmak ve daha rahat bir hale getirmek açısından kesinlikle faydası oldu.

Genelde provalara dayanan bir çalışma şeklimiz var. Ahsen bu açıdan çok özverilidir, her provaya hazır olarak gelir. Provalarda oluşturduğumuz, işleyen ve işlemeyen kısımları gözlemledikten sonra, ona uygun revizeler yapıyorduk. Diyaloglarda değişiklikler, belki sahnenin mizanseninde bazı düzenlemeler… Yani, keyifli ve verimli bir süreçti. Karakter de bu süreçte biraz evrildi. Ahsen Defne’yi alıp kendine has bir noktaya getirdi. Bu, benim beklentilerimle uyuştuğu için memnunum, fakat bunun ötesinde karaktere kendi izini bırakmasının çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.

Şimdi biraz dizilerden bahsetmek istiyorum. Öncelikle itiraf edeyim, ben çok dizi izleyen biri değilim, ama dizilerin sinemanın yerini almaya başladığını gözlemliyorum. Birçok yönetmen dizi çekmeye yöneldi. Örneğin, Mark Mylod. Succession’ı çekmeden önce, 2005’te The Big White adlı bir film çekmişti. Succession‘dan birkaç sene sonra da The Menu‘yu çekti. Şimdi, sizin de Gökçeada isimli bir dizi projeniz var. Sizce diziler gerçekten sinemanın önüne geçti mi ya da geçecek mi? Ayrıca, diziyle sinema arasındaki farklar nelerdir?

Gökçeada şu an geliştirilme aşamasında olan bir proje aslında. Dizi formatını, beklentilerini ve sinemadan nasıl farklılaştığını gözlemleme şansım oluyor bu süreçte, ancak çok erken bir aşamada olduğumuz için detaylara girmem ya da nasıl bir şey tasarlandığından bahsetmem şu an için çok doğru olmaz.

Ancak bu soruyu besleyen bir tarafı var: Dizi ve film, çok benzer üretim şekillerine ve kaynağa sahip olmalarına rağmen aslında çok farklı iki medium. Bunun temel sebebi de tüketim şekillerinin farklı olması. Sinema, genelde bir buçuk, iki saatlik bir hikâyeyi başından sonuna kadar toparlayan daha kompakt bir yapıda. Dizilerde, özellikle mini dizi formatından bahsediyorsak, süre daha uzun ve tüketim şekli genelde bloklar hâlinde oluyor. Bu da ister istemez şunu getiriyor: Sinema genelde daha yekpare bir yapıya sahip. Dizilerde, her bir bölümde farklı alanlara, karakterlere ve çatışmalara odaklanma şansınız var.

Her bölümde o bölüme has bir şeyler yapıp, onu geride bırakarak devam edebilme özgürlüğüne sahipler. Ancak bunu bir “avantaj” olarak söylemiyorum, bu sadece bir farklılık. Çünkü dizilerin bu yeni tüketim alışkanlıklarının (binge-watching gibi) kalıcı olup olmadığını henüz bilmiyoruz.

Bu tüketim alışkanlıklarının kalıcı olup olmadığını zaman gösterecek. Şu anda 9-10 yıllık bir süreçten bahsediyoruz. Eğer bu deneyimler kalıcı olursa, diziler sinemanın yerini alabilir mi? Belki, daha fazla alan işgal edebilir. Ama film ve dizi, farklı formatlar olduğu için sinemanın tamamen yerini alacağını sanmıyorum. Aslında her iki format da aynı “pastadan” pay almaya çalışıyor. Sinema bu süreçte bir miktar izleyici kaybetti ve dijital platformlardaki diziler bu pastadan büyük bir pay aldı.

Ancak buradaki tek rakip diziler değil. Baktığınızda, Instagram, TikTok gibi platformlar da aslında bu rekabetin bir parçası. Her ne kadar direkt olarak rakip gibi görünmeseler de, sonuçta bu platformlar da insanların zamanını ve dikkatini çekiyor. Bu nedenle, bir süre daha bu güç mücadelesinin devam edeceğini düşünüyorum.

Bu aslında üzerine konuşulması gereken konulardan biri. Aynı durum sosyal medyaya da yansıyor. 40 dakikalık içerikleri izlemekten 1 dakikalık, 2 dakikalık içeriklere geçiş, hatta 2 buçuk saatlik filmlerden 1 dakikalık videolara yönelme durumu büyük bir evrimleşme. Yenileşmeden ziyade bir evrim söz konusu. Yani, tüketim ve izleme alışkanlıklarımız da değişiyor.

Tabii, bu ilginç bir konu. Mesela son dönemde karakter skeçleri gibi bir tür format türemeye başladı. Bunlar 30’ar saniye, birer dakika uzunluğunda, aslında günlük hayattaki gözlemlerin dramatik formatta evrimleşmiş halleri. Siz 10 farklı kişinin 10 tane reel’ını izlediğiniz zaman, 10-15 dakikalık bir içerik tüketmiş oluyorsunuz. Bu da aşağı yukarı bir komedi dizisinin, yani bir sitcom bölümünün süresine tekabül ediyor. Ama baktığınızda, üretim maliyeti çok daha düşük ve çok daha geniş bir havuzdan seçim yapabiliyorsunuz. Bir algoritma da buradan besleniyor. Bence, kendi başına tartışılabilecek ve benim de ilgimi çeken bir konu.

Bağımsız Türk sinemasının geleceği üzerine bir soru soracağım. Filminizin yapımcısı olarak, Vigo Film’in kurucu ortağısınız. Bu konuda size sormak istediğim şu: Bağımsız Türk sinemasına bakış açınız nasıl?

Vigo Film’i 2018’de kurarken yaklaşımımız, bir çatı altında üretim yapmaktı. Çünkü bu tarz üretim yapan pek fazla şirket yok. Bildiğim kadarıyla, bizden daha eski olan İstos var. Onun haricinde, genelde yönetmenler ve yapımcılar kendi isimleriyle filmler yapıp üretiyorlar.

Sinemaya bakış açısından bence şu anda iki temel mesele var: Birincisi, üretilen içeriklerin çeşitliliği ve başarısı ile izleyiciye ne kadar ulaştığı. Yani hem festival başarısı hem de izleyiciye ulaşabilmesi önemli. Diğer bir mesele ise, üretim sürecindeki zorluklar. İlk meselede, bence daha iyi işleyen ve sonuç alınan bir süreç var. Her yıl uluslararası festivallerde belli sayıda filmimiz yer alıyor. Bu açıdan bakıldığında, bir üretim süreci devam ediyor ve bu da çok karamsar olmamayı gerektiriyor bence. Ancak üretimin sürdürülebilirliği bir soru işareti olarak kalmaya devam ediyor. Önümüzdeki en az 2-3 yıl içinde de bu eğilimin devam edeceği kanısındayım. Çünkü mevcut maddi kaynaklar, şu anki üretim düzeyini sürdürecek kadar yeterli değil. Bu da ister istemez, üretilen filmlerin daha az mekânda çekilmesine ya da daha kısa sürede tamamlanmasına neden olacak. Bu tür kısıtlamalar her zaman kalitenin düşmesi anlamına gelmiyor; ancak üretim süreçlerini zorlaştıracağı kesin.

Öte işin pazar kısmı biraz daha karamsar. Yani üretilen filmlerin gidebildiği pazar çok daralıyor. Bunu iyileştirmek için bağımsız sinema sektöründe yeterli güç var mı, emin değilim. Çünkü bağımsız sinemanın daha az dayanağı ve destek mekanizması var.

Türk sinemasının gelişimi ve geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gelişim açısından bunu yorumlamak haddime değil, ama bir farklılaşma seziyorum. Taşra ve periferide kalan hikâyelerdeki odağın biraz değişmeye başladığını görüyorum. Son yıllarda öne çıkan filmlerde gördüğümüz hikâyeler artık şehir merkezine, metropole; insanın şehir hayatındaki günlük sıkıntılarından beslenen konulara yönelmeye başladı.

Bu noktada Umut Subaşı’nın “Her Şey Biraz Felaket” filmi örnek verilebilir. Yine ortağım Sinan Kesova’nın “Büyük Kuşatma” filmi var. Son dönemde öne çıkan bazı kısa filmler arasında ise, şu an aklıma gelen “Büyük İstanbul Depresyonu” gibi yapımlar bulunuyor. Bu tarz filmlerin yaygınlaşmaya başladığını görüyorum. Bu açıdan içeriksel bir dönüşüm yaşandığını söyleyebiliriz. Bu sürecin birkaç yıl içinde nereye varacağını merak ediyorum.

Ancak, az önce bahsettiğim üretimsel sıkıntılar maalesef bu sürecin aleyhine işliyor. Ortak yapımların ve çeşitli fonların daha yaygın olduğu bir dönemin ardından, şu anda bağımsız sinema çok daha kısıtlı kaynaklarla film yapma mücadelesi veriyor. Bunun bir çözümü var mı bilmiyorum, ama eğer bu sıkıntılar biraz olsun iyileşir ve yeni içeriklerle birleşirse, farklı bir sinemanın ortaya çıkabileceğini düşünüyorum.

Sinemada artık yapay zeka denen bir gerçek var ve bu gerçeği kimse yadsımıyor. Venedik Film Festivali’nde, Harmony Korine’in yapay zekâyla yaptığı filmi gösterildi. Bundan hareketle, yapay zekânın sinemada yerini alabileceğini düşünüyor musunuz?

Bugün, yani bu röportajı yaptığımız sırada yapay zekânın durumu; var olan bir veri setini alıp işleyerek, mevcut kaynaktan beslenip onun bir varyasyonunu üretmekten ibaret. Yapay zekânın üretim şekli bu. Bir çeviri için de, bir metin üretimi için de, bir müzik veya sinemada görsel ya da video klipler için de aynı durum geçerli. Bu seviyede kaldığı sürece, yapay zekânın tek başına yerini alması bence çok mümkün değil. Ancak birçok alanda süreçleri kolaylaştıracağını ve maliyetleri düşüreceğini düşünüyorum.

Örneğin, şu anda post-prodüksiyonda kullanılan programlara AI destekli eklentiler (plugin’ler) eklenmeye başladı. Bunun elbette görüntü teknolojilerine de yansımaları olacak.

Bir süre daha destekleyici bir mekanizma olarak devam edeceğini düşünüyorum. Nasıl ki dijital teknolojilerle birlikte pelikül film kullanımından dijital kurguya, tek bilgisayarda ses ve renk düzenlemesine olanak veren bir yapıya geçildi ve çekim maliyetleri düştü; yapay zekâ da süreçleri bu şekilde kolaylaştıracak. Ancak nihai ve yaratıcı bir üretimin (örneğin sinema veya dizi projelerinin) yalnızca yapay zekâ ile, en azından bu aşamada yürüyebileceğini düşünmüyorum.

Bağımsız film çekecek yönetmen adaylarına ne önerirsiniz?

Doğrudan alınıp uygulanacak bir öneri vermek çok gerçekçi değil, fakat bence çevre farkındalığının genel olarak faydası olacaktır. Üretim sürecinde sahip olduğunuz olanakların daha kısıtlı olduğu, maliyetlerin yüksek ve birçok alanda rekabetçiliğin fazla olduğu bir dönemde film yapıyoruz. Bu koşulları göz önünde bulundurarak proje geliştirmek bence faydalı olur.

Değerli görüşleriniz ve bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Başlangıçlar filmi, 13 Aralık’ta Başka Sinema kapsamında vizyona giriyor.

Başlangıçlar Röportajı: Ozan Yoleri

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...