Prometheus: Ridley Scott ile Kökene Dönüş
Alien filmiyle Hollywood’a bomba gibi bir giriş yapan Ridley Scott, bugün hatırı sayılır filmlere imza atmış, çağımızın yaşayan en önemli yönetmenlerinden biri. 2025 itibariyle 87 yaşında olan Scott, hâlâ çalışkanlığıyla adından söz ettiriyor. Haliyle, 2012 yılında çıkan Prometheus filminin, fragmanı daha ilk kez yayımlandığında da hayranlar arasında nabzın bir anda yükseldiğini hatırlıyorum. Alien, kökenlerine odaklanan, sağlam kadrolu ve Ridley Scott’un tam yönetiminde bir hikâyeyle geri dönüyordu.
Kadrosunda Noomi Rapace, Michael Fassbender, Charlize Theron, Idris Elba, Guy Pearce, Logan Marshall-Green, Sean Harris, Kate Dickie, Benedict Wong, Patrick Wilson gibi, üçe beşe bölsen yeni filmler çıkarabileceğin inanılmaz oyuncular bulunan Prometheus; Alien vs. Predator filmlerinde Predator kostümü içinde gördüğümüz Ian Whyte’ı da sürpriz bir rolle karşımıza çıkıyor.
İlk Alien filminden 39 yıl önce, arkeolojik bir çalışmada antik uygarlıkların uzaylılarla etkileşimlerine dair izler bulunur. 10 yıllık bir çalışma sonucu, Shaw ve Holloway, idealist iki bilim insanı olarak, bu bulguların peşine düşmek için bir uzay programına öncülük ederler. İnsanlığın uzaylı mühendislerce tasarlandığı fikriyle yaratıcılarını arayan bu ekibin; inançları, idealleri, varoluşları ve hayatları sorgulanacaktır.
Film, humanoid bir formu olan devasa boyutta bir canlının siyah bir sıvı ile bir nevi intiharıyla başlıyor. Sıvının moleküler düzeyde vücut yapısını bozup DNA’sını değiştirdiğini öğreniyoruz. Alien külliyatında ilk kez gördüğümüz bu Venomvari sıvı, serinin de bütün kökenini yeni bir çizgiye taşıyor.
Filmin öncelikle çekim kalitesi inanılmaz yüksek. Blade Runner ile göbek bağı bulunan renk seçimleri ve büyük set tasarımları ile şahane görüntüler yakalanmış. Ayrıca mekan tercihine bağlı olarak yer yer keşif duygumuzu tetikleyecek çekimler var. Aynı mekanları hem ürkütücü hem iç açıcı olarak sahnesine göre farklı tonlarda görebiliyoruz. Cgi efektlerinde de bir iki yer hariç tatmin olduğumu söyleyebilirim.
Adını Yunan mitolojisindeki tanrılardan, ateşi çalıp insanlara hediye eden dev titan Prometheus’tan alan bilimsel keşif gemisi, serinin önceki filmlerinde gördüğümüz Nostromo, Sulaco ve Auriga gemilerinden daha lüks ve aydınlık. Özellikle kaptan kamarası, çevresel ortam sağlayıcısı, sağlık podu dahil tüm teknolojik ekipmanlarıyla saray yavrusu bir yer. Ayrıca, Weyland-Yutani olarak bildiğimiz şirketin henüz sadece “Weyland” olduğunu görüyoruz.
Mürettebat için seçilen iyi oyuncular filmin etkisini oldukça artırıyor. Karizmatik ve despot kaptan rolünde Charlize Theron, “cool abi” rolünde Idris Elba ve soğukkanlı fakat kendi iç dünyası olduğunu hemen hissettiren ürkütücü android David rolünde ise hayranlıkla izlediğim Michael Fassbender, güzel performanslar sergilemiş.
Özellikle filmin David üzerinden aktığını düşünürsek, Fassbender’ın dünyayı anlamaya çalışan, kafası karışık hallerinin zamanla kendi planına göre hareket eden bir üst akla dönüşümü inanılmaz başarılı. Kendisini tasarlayan Peter Weyland ile olan baba-oğul ya da tanrı-kul bağı, insanı tasarlayan mühendislerle birlikte form değiştiriyor ve bu geçiş, sentetik bir yaratık tarafından oldukça etkileyici bir biçimde yansıtılıyor.
Fakat Guy Pearce’ın neden yaşlı adam makyajıyla karşımıza çıktığını hiç anlamış değilim. Sanıyorum ki bunun arkasında, “sonraki işlerde bu hikâyeyi derinleştirmek istiyorum” gibi bir plan vardı; ancak bunu bir sonraki filmde yer alan üç dakikalık sahne dışında ne yazık ki göremedik.
Filmde bir yaratık anlatısının dışında; mühendisler, insanlar, androidler ve ilkel Xenomorph’lar üzerinden ilerleyen bir yaratılış, yaratılan ve yaratıcı hikâyesi var. Fakat hikâye, her bir yaratılan için yaratıcılarına dair hayal kırıklıkları ve kavgalarla sonlanıyor. “Kahramanlarınızla asla tanışmayın.” derler ya, film tam da bunun üzerine kurulmuş gibi.
Bu anlamda mitolojik bir anlatı kurulmak istense de, hikâyenin bazı sorulara açık uçlu cevaplar vermesi, bazılarını ise tamamen yanıtsız bırakması, filmin yetersizliği olarak değerlendirilebilir. Film bize ateist bir anlatı mı sunuyor? Hayır. Deist bir anlatı mı var? Belki. Yaratılış bir tesadüfler dizisi mi? Belli değil. Hikâye özellikle ilk yarıda bize güzel güzel soru parçacıkları atarken, filmin sonuna doğru bütün inşasını bir kenara bırakıp bir an önce “paketleme” derdine düşüyor. Karakterler de akıllı olmayınca cevaplar havada kalıyor, çözümler ise tamamen şansa bırakılıyor.
Gelelim film çıktıktan sonra çokça tartışılan siyah sıvıya. Filmin, Xenomorph türünün nasıl ortaya çıktığını anlatma gibi bir derdi yok aslında. Adının da Alien: Prometheus olmamasından bunu bize daha filme başlamadan söylüyorlar zaten. Ancak film, Xenomorph’ların doğuşuna dair siyah sıvı savıyla kökene ilişkin yeni bilgiler sunuyor. Özellikle ilk Alien filminde yaratığın kökenine dair hiçbir bilgimizin olmaması, bilinmezlik korkusunun filmin işlemesinde en önemli etmenlerden biri olduğunu düşündürüyor.
İlk filmde yumurtadan çıkan facehugger, insana yapışıyor; insanın içinde bir süre büyüyüp kozasını yırtar gibi çıkıyor, son formuna ulaşana kadar deri değiştiriyor. Film, tüm bunların nasıl olduğuna dair bize bilgi vermeden, süreci deneyimlememizi sağlıyordu. Fakat bu filmde, yaratığı var eden sıvının bir damla alkol içinde dahi anında bir yaratığa dönüşecek tohum olmasıyla başlayan süreç, o kadar çok farklı üreme varyasyonu gösteriyor ki, evrimin son halkasında görece daha yavaş işleyen sürece zarar veriyor.
Ayakları yere sağlam basan bir film olmaya çalışması her ne kadar hoşuma gitse de, bütününde oluşan çatlakları görmeden edemiyorum maalesef. Hele ki sonuna doğru karakterleri saçma biçimlerde harcaması inanılmaz. Kaptan Vickers (Charlize Theron), filmin sonlarına doğru Peter Weyland’ın kızı çıkıyor. Bunun, “Meğer en başından beri Weyland gemideymiş” gibi saçma bir sürprizin kılıfı olması dışında hiçbir yere bağlanmamasını geçtim, karakter filmin sonunda simit gibi olan uzaylı gemisinin dikey çakılmasından, sağa sola atlasa kaçabilecekken dikine koşup ölmesi gibi bir finalle hikâyeye veda ediyor.
En azından bir baba-kız hatta David ile birlikte bir kardeş kavgası tarzı bir yere bağlasaydınız. Belki de hem hikâyede çözülmemiş birkaç yeri daha anlamlı doldurur hem de karakterleri boşa harcamamış olurdunuz. Çehov’un silahını patlatmayalım diye kırk takla atmışsınız resmen. Halbuki bazen en klişe olan, seyirci için en doğru katarsisi tetikleyebilir.
Toparlayalım. Prometheus, içinde barındırdığı enfes fikirlerle, oyuncuları ve etkileyici sahneleriyle bayılarak izlediğim bir film. Hal böyle olunca da harcanan bunca emeğe kızmadan edemiyorum. Olsun be Ridley Scott, biz de seni böyle sevdik, diyerek yazımı sonlandırıyorum.
Bir sonraki filmimiz, Prometheus için de bir devam filmi olan Alien: Covenant’ta görüşmek üzere.