Köln 75: Tutku Dolu bir Film
İKSV bünyesinde gerçekleşen 44. İstanbul Film Festivali açılış filmi olan Köln 75, aykırı tarzı, idealistliği ve tutkusuyla seyirci karşısına çıktı. Film, 1975 yılında Köln’de gerçekleşen ve kaydıyla tüm dünyada en çok satılan caz albümü olma unvanını taşıyan Keith Jarrett konserine giden yolu; filmin diliyle bir inşaatın ya da işçinin hikâyesini değil, kurulan iskelenin hikâyesini anlatıyor.
Yönetmen koltuğunda ve senaryosunda Ido Fulk’u gördüğümüz filmin oyuncu kadrosunda Mala Emde, John Magaro, Michael Chernus, Alexander Scheer, Ulrich Tukur, Jördis Triebel, Jan Bülow, Leo Meier var. Genel konuşmak gerekirse, başta 303 filmiyle tanıdığımız Mala Emde olmak üzere şahane oyunculukları ve yüksek tempolu akışı ile film sizi içine çekmeyi başarıyor. Üç parçalı anlatısı ile 116 dakikalık süresini dolu dolu kullanan bir film. Gelin, şimdi filme derin bir bakış atıp caza, Köln’e ve gençliğe odaklanalım.
İsyanın, öfkenin, tutkunun, özgürlüğün müziği desek herhâlde kafalarda punk, grunge, rock, metal, rap gibi alternatifler arasında caz hemen ilk akla gelen türlerden biri olmaz. Caz, elitist görünümü ve şık salonlarda hayal edilen imgesinin ardında; özünde bu saydıklarımızı ve hatta daha fazlasını kapsayan bir dünya barındırıyor. New Orleans’ta Afro-Amerikan toplulukların isyan ve özgürlük şarkılarıyla başlayan bu ateş, zamanla yeni formlar kazanarak sanatçılara duygu aktarımı konusunda alan açıyor.
Film, caza kendini kaptırmış henüz 16 yaşındaki Vera Brandes’in 1973 yılında caz müzisyenlerine sahne ayarlamaya başlaması ve bunu bir işe dönüştürmesiyle başlayıp; bize Vera’nın çalkantılı dünyasını, patriyarka ile mücadelesini, Köln sokaklarını, barlarını, arkadaşlarını, aile sorunlarını anlatırken bir yandan da bir gencin gözünden cazın değerlerini aktarıyor.
1970’ler, caz müziğinde rock ve caz sentezlerinin yapıldığı, synthesizer seslerin duyulduğu, aritmik ve atonal notaların kullanılmasından çekinilmeyen deneysel yıllar. Miles Davis gibi isimlerin bu dönemde çıkan albümlerinde rahatlıkla işitilebilen bu yeni tarzın karşısında, yalnızca piyano kullanan sadelikten yana müzisyenler de sahne buluyor.
Vera, müziğin peşinden giderken bir gün yolu, diğer müzisyenlerin aksine tüm dinletisini her defasında doğaçlama bir şekilde sergileyen ve iyi bir müzisyen olmasıyla nam salmış Keith Jarrett ile kesişiyor. Keith Jarrett, piyano başında o kadar duygulu, o kadar etkileyici bir performans sergiliyor ki Vera, bu müzisyenle çalışmak için genç yaşında tüm olmazlara rağmen sıfırdan kurduğu hayatını tümüyle riske atmayı göze alıyor.
Keith ise yaşadığı hayatın rüzgârına sağlığını kaybedecek kadar kendini kaptırmış bir müzisyen. Delilik ile dahilik arasında, kronik sırt ağrılarıyla ve depresyonla mücadele ederken farkında olmadan savruluyor. John Magaro, bu katmanlı karaktere başarılı bir şekilde hayat vermiş.
Yönetmen, cazı filmin birçok noktasına yerleştirmeyi iyi başarmış. Kimi yerlerde cazın “improvize” tarafının getirdiği beklenmediklik hissini karakterlere 4. duvarı aştırarak; kimi yerlerde de filmin anlatısını bıçak gibi kesip döneme, müziğe ya da kişilere dair bir anekdot paylaşarak filme farklı katmanlar katıyor.
Bu anekdotları da filmin belli yerlerinde bize rehberlik eden ve filmde bir gazeteci rolüyle karşımıza çıkan Michael Chernus’un canlandırdığı Michael Watts karakterini anlatıcı olarak konumlandırarak aktarıyor.
Filmin özgün müziklerini bestelemiş olan Hubert Walkowski’nin eserleri, filmin taşıyıcı unsurlarından birini oluşturmuş. Bazı platformlarda film hakkında “müzikal” denilse de bu yanlışı düzeltelim; film kesinlikle bir müzikal değil. En yakın ihtimal olarak “müzikli film” denilebilir. Ancak bana kalırsa, deneysel bir iş olduğu kadar biyografi çerçevesinden çıkmayan bir drama diyebiliriz.
Son olarak, filmin iskeletini oluşturan esas malzemeden bahsetmek lazım: Patriyarka. Vera, kendinin ve dünyanın farkında, yaptığı işe ruhunu ortaya koyan, tecrübesizliğine rağmen başarılı bir genç kadın olarak film boyunca sürekli farklı rollere bürünmek zorunda kalıyor. Güçsüz olması, “hanımefendi” davranması, boyun eğmesi beklenirken aksi davrandığı için, başta babası olmak üzere sürekli yargılara maruz kalıyor.
Özellikle babasının üzerinden gösterilen tahakküm kurma çabası, Vera üzerinde sürekli tetikte yaşama dürtüsü yaratıyor. Öyle ki, belki de hiç gerçekleşmeyecek şeylerin olmasında Vera’nın bu tahakküme karşı verdiği mücadele etkili oluyor. Babasının, 50. yaşına basan Vera için yaptığı doğum günü konuşmasında dahi kızından “başarısızlık” olarak bahsetmesi; patriyarkanın yaş, mevki, kariyer, mutluluk fark etmeksizin her koşulda kendini gösterdiğini daha ilk sahneden bize hatırlatıyor.
Toparlayalım. Köln 75, caz müziğinin büyüsüyle bizleri güzel bir yolculuğa çıkaran, sonlara doğru temposunu kaybettiğini düşünsem de film boyunca odağı üzerine toplayabilen, derli toplu bir film olarak benim beğenimi kesinlikle kazandı. İyi seyirler dilerim…
Köln 75: Tutku Dolu bir Film