Kel Diva: ve Anlamsızlıktan Çıkarılacak Dersler
Oyun Atölyesinin geçtiğimiz sezon sahnelemeye başladığı Kel Diva; Zuhal Olcay, Haluk Bilginer, Özlem Zeynep Dinsel, Muharrem Özcan, Gözde Kırgız ve Kıvanç Kılınç’tan oluşan etkileyici kadrosuyla, Oyun Atölyesinin birçok oyununu da yöneten Muharrem Özcan yönetiminde seyirciyle buluşmaya devam ediyor.
Gelin, İngiliz komedisi ile harmanlanan klasik tiyatronun ve hatta alışılagelmiş tüm anlatı biçimlerinin kodlarına karşıt bu absürt oyuna bir bakış atalım.
![]()
Eugène Ionesco, Romanya doğumlu bir yazar. Fransız edebiyatı üzerine yaptığı akademik çalışmaların yanında şiirler ve eleştiriler de kaleme alan yazarın ilk oyunu olan Kel Diva (La Cantatrice Chauve, Kel Şarkıcı, Dazlak Soprano), İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Ionesco’nun İngilizce öğrenmeye çalıştığı dönemde, okumaktan sıkıldığı ezbere dayalı diyalogları oyunlaştırma düşüncesiyle ortaya çıkmış alaycı bir metin.
Okul dönemlerimizden aşina olduğumuz Mr. and Mrs. Smith karakterlerinin oyunun merkezinde yer alması ve oyunun büyük oranda bizim de Mahmut Tuncer gibi ezberlediğimiz o anlamsız diyaloglarla kurulmuş olması biraz da bu yüzden. Fakat bundan fazlası da var.
İki dünya savaşının yıkıntıları arasında hayatın anlamsızlığıyla çarpıcı bir şekilde yüzleşen Avrupa edebiyatının, başta Albert Camus olmak üzere önde gelen yazarları birçok eserde absürdizmden ve anlamsızlıktan bahsetmeye başladılar. Onlara göre ölümün tek gerçek olduğu bir dünyada yaşamaya çalışmak absürdün kendisiydi. Ionesco da bu dönemde eserlerinde anlam içindeki anlamsızlıkları sıkça dile getirdi.
Oyun başlangıcından itibaren bize anlamsızlığını hissettirse de özellikle oyun hakkında bilgisi olmayan seyirci için bir anlamlandırma çabasıyla geçiyor. Yıkıntılar arasında, toz toprak içindeki evlerinde ne kadar asil ve “İngiliz İngilizler” olduklarını öğreniyoruz. Aralarında geçen muhabbet ise iletişimsizliklerle ve birbirlerini yalancı çıkarırcasına karşıtlıklarla bezeli.
Dekor ve kostümler ne kadar eski dönemleri çağrıştırsa da ellerinde telefon, tablet, “YouTuber ışığı” gibi eşyalar bulunuyor ki bu da bize zaman hakkında hiçbir ipucu vermiyor. Keza oyunda da zamanın durduğu ısrarla söyleniyor yahut gösteriliyor. Yani her şey, anlatıda sabit bir güven bulamamamız üzerine kurulmuş.
Kel Diva: ve Anlamsızlıktan Çıkarılacak Dersler
Oyun ilerledikçe gelişen diyaloglar da bu güven duvarını sürekli test ediyor. Tıpkı bir karı koca olarak bize tanıtılan ve Smith ailesini ziyarete gelen Martin ailesi gibi. Karı koca, birbirlerini tanımadıklarına dair başlayan ve birbirlerini nereden tanıdıklarını anlamaya çalıştıkları diyaloglardan oluşan pasaj, oyunun kimliğini en açık ortaya koyan kısım sanırım.
Burada Özlem Zeynep Dinsel ve Muharrem Özcan’a bir parantez açmak lazım. Oyunda, Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay’ın yüksek auraları arasında silikleşip etkisini kaybedebilecek bu karşıt karakterleri, bu pasaj sırasında o kadar dinamik ve “biz de buradayız” dercesine canlandırıyorlar ki oyunun geri kalan akışında da karakterleri seyirci için meraka değer kılıyorlar.
Nitekim bu pasajda birbirlerinin eşi olduklarına ve ortak bir çocukları bulunduğuna seyirci ve karakterler ikna olmuş şekilde tamamlansa da evin hizmetçisi Mary’nin seyirciyle etkileşim içinde yaptığı sunum ile bu bilginin de doğru olmadığı ortaya çıkarılıyor. Peki ya Mary’ye güvenebilir miyiz?
Oyunun anlatısını, özellikle mizah tarafını, bu güvensizliklere dayaması esasen klasik anlatıların tümüne ters. Seyircinin ne kadar oyunun içine çekildiğine ve içine çekilmesiyle yaşayacağı katarsisi artırmaya yönelik tüm klasik anlatıların aksine, seyirciyi sürekli oyundan koparmaya ve izlediğinin gerçekliğini sorgulatmaya yönelik hamlelerle yalnızlaştırıyor oyun. Bir Kel Diva bekliyor fakat o bir türlü gelmiyor tıpkı Godot gibi.
Kel Diva: ve Anlamsızlıktan Çıkarılacak Dersler
Bizler (seyirciler, okuyucular, izleyenler, insanlar, canlılar) kendimizi anlatıların içine bırakmayı tercih ederiz. Anlatının ne denli uçuk kaçık olduğu, anlatının kendi içerisindeki tutarlılığını koruduğu sürece bizi pek ilgilendirmez. “Suspension of disbelief” dediğimiz bu kavram, bize Oedipus’un bir devle bilgi yarışı yaptığına, Hamlet’in hayalet babasını gördüğüne, Superman’in uçtuğuna kendi mantığı çerçevesinde inanma zemini sağlar ve anlatıyı o gerçeklik içerisinde takip etmeye devam ederiz.
Oyun bu kavramı o kadar eğip büküyor ki bir süre sonra kendi gerçekliğimizin kırılmasından zevk alır hâle geliyoruz. Örneğin İtfaiye Şefi’nin oyuna dahil olmasının ardından kendi aralarında birbirlerinden hikâyeler dinledikleri bir bölüm var. Bu bölümden önce Bayan Martin’den kendi ayakkabısını bağlayan bir adamın heyecan dolu hikâyesini dinliyoruz. Burada seyirci, alelade bir olayın karakterler için ne kadar inanılmaz olabildiğine sabitleniyor.
Yazarın attığı bu temel üzerine İtfaiye Şefi’nden dinlediğimiz birbirinden absürt hikâyeler geliyor. “Horoz, Öküz ve Köpek”, “Yılan ile Tilki” gibi hikâyeler bize yaşanmış ve gerçek hikâyeler olarak aktarılıyor. Diğer karakterler de bu hikâyelere olağan ve sıradan bir şekilde yaklaşıyor. Hatta bizzat şahit olduklarını veya başka bir yerden duyduklarını söylüyorlar. Bu manasızlık, seyircinin bir süre sonra neye nasıl tepki vereceğini kaybetmesine sebep oluyor. Oyunun mizahı da işte bu anlarda kendini gösteriyor.
Anlatıya gülmüyor seyirci; kendi içinde olduğu kırılmaya gülüyor. Gerçek hayatta üzerine düşünmediğimiz durumlara; sevmediğimiz insanların sevmediğimiz muhabbetlerine katlanmamıza, politik söylemlerdeki saçmalıklara, vakit öldürmelerimize, beklentilerimize, eylemlerimizdeki sonuçsuzluğa ve amaçsızlığa gülüyor. Gerçek ile kurduğumuz sahte ilişkiye, sahne üzerindeki sahte gerçeklikle yüzleşmemize gülüyor.
Oyunculukları da yabana atmamak lazım. En çok da oyuncuların performanslarına gülüyor seyirci. Replikler ne kadar anlamsızca kaleme alınmış olsa da onları anlamlı hâle getiren ve tezatlığı kendi realiteleri içinde canlandıran başta Zuhal Olcay ve Haluk Bilginer olmak üzere tüm oyuncular harika bir iş ortaya koymuş. Daha önce de bahsettiğim Martin’lerin tanışması, hep birlikte söyledikleri şarkı, nezle hikâyesi ve Mary’nin şiiri oyundan sonra tekrar tekrar aklımda döndü.
Keza oyunun arka planında da ciddi bir işçilik çıkarılmış olduğu, sahne üzerindeki ufacık detaylardan, zamanlamalardan, dekordan ve kostümden kendini belli ediyor. Bir taş parçasına çizilmiş saat, boşlukta bir kapı, robot süpürge iyi yerleştirilmiş parçalar olarak oyuna hizmet ediyordu. Kıvanç Kılınç’ın oynadığı itfaiye şefinin kostümünü de gerek kaskı gerek kolundaki pazubenti ile bir Nazi temsiliyeti olarak düşünmüştüm fakat oyunun ardından kostümün dönemin İngiltere İtfaiyecilerinin birebir üniforması olduğunu gördüm.
Bu da oyunun dışında bizim aklımızda yer eden algıların da ne kadar değişken ve değişime rağmen ortak olduğunu düşündürttü. Tıpkı oyun metninde merkezinde olan İngiliz mizahının Avrupai bir kopyası veya belki de eleştirisi olan Kel Diva’nın günümüz İngiliz mizahını da şekillendirmesi gibi.
Kel Diva: ve Anlamsızlıktan Çıkarılacak Dersler
Toparlayalım: Kel Diva (who?), absürt tiyatronun önemli bir örneği olmasının yanı sıra iyi bir uyarlama ve hatta temsil olarak mutlaka görülmeli. Oyun Atölyesinin ince işçilikli oyunlarını izlemek ise her zaman büyük bir keyif. Sonraki yazılarda görüşmek üzere.