Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri After Hours: Eve Dönmenin Yolları

After Hours: Eve Dönmenin Yolları

Yazar: Esra Ocak

After Hours: Eve Dönmenin Yolları

1985 yapımı Martin Scorsese imzalı kültlerden After Hours filmi 43. İstanbul Film Festivali seçkisinde tekrar izleyicilerle buluştu. Başrolde Paul olarak Griffin Dunne’u izlediğimiz filmde ona Rosanna Arquette (Marcy), Verna Bloom (June), Linda Fiorentino (Kiki), John Heard (Tom) yan rollerde eşlik ediyorlar. Adını ana karakterimizin işten çıktıktan sonra geçirdiği saatlerden ertesi iş gününe kadar geçen sürede yaşadığı maceradan direkt olarak alan filmi bir kara komedi olarak nitelendirmek mümkün. Joseph Minion’ın kaleme aldığı senaryo kara filmlerin birçok unsurunu parodi öğesi olarak kullanıyor ancak filmin kendisini ne kadar ciddiye almadığını fark etse de izleyici Scorsese’nin de ustalıkla çektiği bu atmosferde kendini yine de bir gerilimin içinde hissedip hissetmemesi gerektiğinden asla emin olamıyor.

-Yazının bu bölümünden sonrası filmle alakalı spoiler içerir-

Bir şirkette bilgi işlem bölümünde çalıştığını filmin başında gözlemlediğimiz Paul karakteri 80’ler Amerika’sında kendini gerçekleştirmek isteyen herhangi bir erkek karakterin özeti olarak filmin başında kendisini izleyiciye açıyor. Tek yaşayan, kariyeri ile ilgili farklı hayalleri olan, flört etmek için çabalayan bu karakterin göze çarpan hiçbir özelliği yok. Günümüz sosyal medyasında sık kullandığımız bir tabirle kendisi “herhangi bir adam.” Yayıncılık ve edebiyata dair hayalleri, başına gelecek olaylar silsilesini başlatan okuduğu romanın Marcy karakterinin ilgisini çekişi ise kendisinin hayal dünyasının filme yansımasının ya da sürekli olarak yansıyıp yansımadığını sorgulatmasının sembolü aslında. Kurgusal dünyalara ilgi duyan, hayali yayınlanacak kadar beğenilmemiş eserleri basmak olan bir karakterin o gece yaşadığı her şeyin aslında ucuz bir kurgunun parçası gibi durması filmin kendini üzerine inşa ettiği temel ironi. Paul’ün gerçeklikten kopuk insanları başka şeyler yaparken hayal ettiği sahnelerle de bu ironi güçlendiriliyor. Buna ek olarak kendisinin fark ettiği birçok sembol ya da örüntü de izleyiciye şüpheli geliyor. Çocukken yaşadığı yanık hastalarıyla aynı odada kalma deneyiminin hemen ardından yanıklara ve tedavisine dair ipuçları fark etmeye başlıyor ve sonrasında tüm bunların onun paranoyası olduğunu keşfediyoruz. Paul’un zihni gerçekliği ile olabilecek en bulanık şekilde canlandırılıyor film boyunca.

Paul’ün bir restoranda Marcy ile tanışması ile başlayan olaylar zinciri onunla flört etme amacıyla Soho’ya geçişi ve bir türlü evine dönme fırsatı bulamayışı, ertesi gün işe gideceği vakte kadar yaşadıkları giderek absürtleşiyor. Hırsızları, barmenleri, BDSM dünyası, yalnız kadınları, sanatçılarıyla New York’un barındırdığı tüm elementlerden bir tutam serpiştirilen hikâye Paul’un gece evleri soyan hırsız zannedilip mahalleliler tarafından avlanmaya başlandığı noktaya kadar sarpa sarıyor. Görünürde yalnızca Macy ile flört etmek isteyen Paul hem bu karakterin intiharına sebep oluyor hem de istenmeyen adam haline geliyor. Senaryoda her ilmeğin sıkıca birbirine bağlanması izlerken seyir zevkini en arttıran yönlerden. Filmde yer alan hiçbir sembol ya da sahne bağlantısız kalmıyor ve film ilerledikçe bunların ne kadarının gerçek bir manası olduğu bulanıklaşıyor. Paul’ün paranoyak zihni izleyici ile birleşiyor ve sonunda tüm bu olaylar silsilesinin gerçekliğinin önemi de kalmıyor. İzleyici olayların gerçekliğini bir kenara bırakıp sadece eve dönememenin yarattığı huzursuzluk hissine teslim oluyor. Hikâye, filmin başında içinde boğulduğu rutinden kaçmak isteyen Paul’un, dışarıdaki kaostan kaçarken bu sefer  o rutine sığınması ile son buluyor. Bu şekilde filmin başından sonuna bir döngü tamamlanmış oluyor.

Griffin Dunne film boyunca takip ettiğimiz karakterin şaşkın ama sempatik yanını bize doğal bir şekilde geçiriyor. Hikâyeye dahil olan diğer tüm karakterler de gerek femme fatale gerek sanatçı, gerek barmen, gerek ilgiye aç kadınlar rolünde olsunlar, tümü başarılı oyunculuklarıyla hikayenin kompleksliğine katkıda bulunuyorlar. 1986’da bu film ile Cannes’dan En İyi Yönetmen ödülü ile dönen Scorsese ise dehasını bu Kafka kurgularını anımsatan hikâyeyi olabilecek en sürükleyici biçimde ekrana aktarırken kanıtlıyor. Zaten 1 saat 40 dk gibi uzun olmayan bir süreye sahip filmde gereksiz ya da ilgi çekici olmayan bir sahne bulmanın zor olacağı fikrindeyim. Son yıllarda popüler olan Safdie kardeşlerin Good Time ya da Uncut Gems filmlerinin atalarından, gerilimin giderek arttığı ve müzik ve ışık kullanımıyla zenginleştirildiği After Hours genel manada tüm izleyici kitlelerine hitap edebilecek keyifli bir yapım.

After Hours: Eve Dönmenin Yolları

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...