Bye Bye Tiberias: İçinizi Isıtan Bir Hüzün Hikayesi
27. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde izlediğim bir diğer film Bye Bye Tiberias oldu. Lina Soualem’in yönettiği belgeselde güçlü kadınların hikayesini izliyoruz. Bu hikaye aynı zamanda Succession başta olmak üzere birçok dizide ve filmde izleme şansı bulduğumuz Hiam Abbass’ın hikayesi.
Filmi izlemeden önce üzücü bir hikaye izlemeye hazırlamıştım kendimi. Geçmişini, memleketini terk etmek zorunda kalanların hikayesini. Ancak hiç de beklediğim gibi olmadı. Savaş, işgal, hasret gibi konular işin içinde olduğundan tabii ki üzücü bir hikaye ancak yönetmen Lina Soualem bu hikayeyi öyle bir kurgulamış ki izlerken üzülmekten ziyade içiniz ısınıyor.
Belgeselin büyük bir çoğunluğu hem geçmişte hem de günümüzde çekilen gerçek görüntülerden oluşuyor. Başlangıçta geçmişten, Lina’nın çocukluğundan, güzel hatırladığı zamanlardan daha fazla görüntü varken filmin sonlarına doğru günümüzden daha fazla anıya şahitlik ediyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi belgeselin ortaları ise hikayenin biraz daha acı olan kısmı.
Hikaye başta da söylediğim gibi Hiam Abbass üzerinden anlatılıyor. Filistin’in İsrail tarafından işgal edilmesi sonucu değişen düzen, değişen hayatlar, birbirinden kopmak zorunda kalan aileler Abbass’ın ailesi aracılığıyla izleyiciye aktarılıyor. Belgeselin kurgusu alışmış olduğumuz belgesel kurgusundan biraz farklı. Geçmişle bugünü iç içe bir şekilde başarıyla aktarıyor film. Bunu yaparken aynı zamanda geçmişle bugün arasındaki bağları olabildiğince içten izleyicilerle paylaşıyor. Dedim ya üzücü bir hikayeyi içinizi ısıtacak şekilde aktarıyor diye, tam da bu sebepten. Lina’nın çocukluğundan bir video, bir düğün, Hiam Abbass’ın eğitim hayatı vb. birçok mutlu hikayeyle bezeli belgesel. Sadece bununla da kalmıyor zor zamanlara rağmen dik bir şekilde ayakta duran ve mücadeleye devam eden kadın figürleri ve ne kadar zor zamanlar yaşanmış olsa da sonunda bu mücadelenin bir nebze de olsa güzel sonuç verdiği bir hikaye izlemek tabii ki de içinizi ısıtıyor.
Belgeselin en etkileyici noktalarından biri de müziklerdi. Mutlu anlar da savaşın acımasızlığını, hüznünü anlatan anlar da müziklerle birlikte duyguyu izleyiciye geçiriyor. Özellikle işgal dönemi görüntülerinin perdeye yansıdığı anda verilen gerilim müziği yaşanan acıları yüreğimde hissetmeme sebep oldu diyebilirim.
Benim belgeselde en sevdiğim noktalar ise günümüzde geçen kısımlar oldu. Anne-kız ilişkisi, duvara yapıştırılan fotoğraflar, yıllar sonra gerçekleşen kavuşmalar, geçmişte yaşananların sanki bir filmmiş gibi tekrar canlandırıldığı sahneleri gülümseyerek izledim. Her ne kadar Hiam Abbass’ın oyunculuk yeteneklerini tartışamayacak olsak da ve kamera karşısında bazı kısımlarda bu oyunculuk yeteneğini sergilemiş olsa da bu belgeselin doğallığına asla ters düşmüyor. Hem geçmişte hissettiği duyguları hem de belgeseli çekerken hissettiği duyguları en doğal haliyle ekrana taşıyor.
Filistinlilerin bu işgal süresince ne hissettiklerini de dört nesil aracılığıyla izliyoruz. Bu her ne kadar doğal bir durum olarak görülse de tüm Filistin halkının yaşadıklarını anlamamız için de güzel bir durum. Çünkü işgal öncesini, işgal dönemini ve işgal sonrasını dört farklı yaş grubunun deneyimleriyle görüyoruz. Lina Soualem, annesi Hiam Abbass, büyük annesi Nemat, ve büyük büyük annesi Um Ali, hikayenin içerisinde izlediğimiz ve yaşadıklarını Filistin halkının yaşadıkları olarak değerlendirebileceğimiz dört nesil.
Belgesel kültür aktarımı açısından da önemli bir noktada. Filistin’deki sosyal hayat, inanışlar, düşünce yapıları, eğitim hayatı, düğünler gibi birçok konuda izleyenlerin fikir sahibi olmasını sağlıyor.
Belgeselin kapanışı ise açılışıyla aynı. Deir Hanna’daki gölde başlayan hikaye, yine Deir Hanna’daki gölde bitiyor.
Festival süresince izleyeceğim filmler arasında şimdiden favorilerimden biri olarak yerini aldı. Belgesel sevenlerin mutlaka izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Hem farklı tarzda, yeni şeyler deneyen bir belgesel olması sebebiyle hem de anlattığı hikaye sebebiyle herkesin beğenisini kazanacağını düşünüyorum. Yazımı da belgeseldeki şu sözle sonlandırmak istiyorum: “Geçmiş acıların kapısını açmayın.”
Bye Bye Tiberias: İçinizi Isıtan Bir Hüzün Hikayesi