Mulholland Dr.: Rüya ile Gerçek Arasında Bir Yolculuk
Sinemada David Lynch denince akla gelen ilk şeylerden biri, bilinçaltını rahatsız edici olduğu kadar büyüleyici bir şekilde perdeye yansıtabilmesidir. 2001 yapımı Mulholland Dr., Lynch’in bu yeteneğinin en parlak örneklerinden biri. Kimilerine göre ise Lynch’in en iyi filmi. Öyle ki film, BBC’nin 21. yüzyılın en iyi filmleri listesinde 1. sırada yer aldı. Başlangıçta bir TV dizisi olarak tasarlanan ancak stüdyoların iptal etmesiyle uzun metraja dönüştürülen film, hem rüya hem kabus havasında, hem de Hollywood’un ışıltılı yüzünün ardındaki karanlığı gösteren bir yapım olarak izleyiciyi derinden etkiliyor.
Film, Los Angeles’a oyuncu olma hayaliyle gelen Betty (Naomi Watts) ile hafızasını kaybetmiş, kendisine “Rita” adını veren gizemli bir kadın (Laura Harring) etrafında dönüyor. İkilinin, Rita’nın kimliğini bulmaya çalışırken adım adım girdikleri karanlık yol, zamanla hem psikolojik hem de metaforik bir labirente dönüşüyor. Ancak Lynch, hikâyeyi düz bir akışta anlatmak yerine izleyiciyi, gerçek ile hayalin sürekli yer değiştirdiği bir anlatı yapısına davet ediyor. Bu nedenle Mulholland Dr. sadece izlenen değil, çözülmeye çalışılan bir film. Zaten onun güzelliği de izlerken aynı zamanda çözmeye çalışmanın zevkinden geliyor.
Naomi Watts, kariyerinin belki de en etkileyici performansını burada sergiliyor. Filmin ilk yarısında masum ve umut dolu bir karakter çizerken, ikinci yarıda adeta başka birine dönüşüyor. Bu dönüşüm, sadece oyunculuğuyla değil, beden dili ve yüz ifadesindeki ince değişimlerle de hissediliyor. Laura Harring’in gizemli, kırılgan ama aynı zamanda tehditkâr tavrı da filmin atmosferine mükemmel uyum sağlıyor. Yan rollerde ise Justin Theroux, Ann Miller ve Robert Forster gibi isimler var ancak filmde yan karakterlerin bile her biri bilinçli olarak “yabancı” ve “mesafeli” bırakılmış.
Lynch, Mulholland Dr. ile Hollywood’u romantik bir hayal dünyası olarak değil, umutları yiyip bitiren bir sistem olarak resmediyor. Filmdeki Club Silencio sahnesi, bu bakış açısının en çarpıcı örneklerinden biri. “No hay banda” (“Bant yok”) cümlesi tekrarlandıkça, gördüğümüz her şeyin bir illüzyon olduğunu fark ediyoruz. Bu sahne, Lynch’in Twin Peaks’teki Black Lodge atmosferini sinemaya taşıdığı anlardan biri olarak da değerlendirilebilir. Bu yüzden bu film aslında Twin Peaks izleyenler için daha anlamlı ve alışıldık olacaktır.
Sinematografi açısından film kusursuz sayılabilecek bir iş çıkarıyor. Peter Deming’in görüntü yönetimi, Los Angeles’ın hem güneşli hem de gölgeli yüzünü yansıtıyor. Renk paletinde yer alan sıcak tonlar hayallerin ve umutların simgesi olurken, soğuk ve karanlık tonlar gerçekliğin sert yüzünü temsil ediyor. Özellikle gece sahneleri ve apartman koridorlarındaki ışık-gölge oyunları, izleyicide rahatsız edici bir tedirginlik duygusu yaratıyor. Filmin ilk kısmı ile son 30 dakikası, yani ikinci kısmı arasında sinematografi açısından büyük farklar var. Bunun sebebi ise artık rüyadan çıkılıp gerçek hayata, yani bir nevi kabusa geri dönülmesi. Bu açıdan film hem görüntü hem de müzikler açısından oldukça başarılı.
Sonuç olarak Mulholland Dr. sıradan bir film değil; seyirciyi aktif olarak düşünmeye, anlam aramaya zorlayan bir yapım. İzledikten sonra “Ne izledim ben?” dedirten, fakat zihinde günlerce yankılanan bir deneyim sunuyor. Karakterlerin içsel çatışmaları, kimlik bunalımları ve Hollywood’un karanlık yüzü, Lynch’in usta dokunuşlarıyla birleşerek hem rüya gibi hem de kabus gibi bir film ortaya çıkarıyor. Herkese hitap eden bir yapım olmasa da sinemada anlatı sınırlarını zorlayan ve tekrar tekrar izlenmeyi hak eden bir başyapıt.
1 Yorum:
İlk izlediğimde dolandırılmış gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Film bittiğinde aklımda karmakarışık bir şey kalmıştı. Neyse ki ikinci ve üçüncü defa izleyişte parçalar daha net oturdu yerine de öyle rahatladım.