Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri The Room Next Door: Tanımadığımız Bir Ölüm

The Room Next Door: Tanımadığımız Bir Ölüm

Yazar: Betül Aydoğan

The Room Next Door: Tanımadığımız Bir Ölüm

The Room Next Door usta yönetmen Pedro Almodóvar’ın ingilize olarak yönettiği ilk uzun metraj film.  Hikâye, her ne kadar Sigrid Nunez’in “What are you going through” kitabından uyarlama olsa da filmi izlerken Almodovar’ın anlatı tarzının filme ne kadar hâkim olduğunu hissedebiliyorsunuz. Filmde iki önemli oyuncu olan Tilda Swinton ve Julianne Moore yer alıyor. Ben The Room Next Door’u Film Ekimi kapsamında izleme fırsatı buldum.

Pedro Almodóvar’ın “The Room Next Door” filmi, hayatın sona erişine dair bir sorgulama yaparken dostluk, sanat ve varoluş üzerine de derin bir felsefe sunuyor. “The Room Next Door” ölüm gibi ağır bir konuya bile içten ve renkli bir yaklaşım getiriyor. Filmin temelinde ölümle yüzleşen bir kadın olan Martha (Tilda Swinton) ve onun eski dostu olan Ingrid (Julianne Moore) ile içinde bulundukları karmaşık durum var diyebiliriz.

Filmde Ingrid ve Martha karakterlerini, yıllar sonra yeniden bir araya gelen iki eski dost olarak izliyoruz. Martha, ileri evre kanser sebebiyle ölmek üzere olan bir kadın olarak, Ingrid’den kendisine son yolculuğunda eşlik etmesini istiyor. Bunun Ingrid için ne kadar zor bir şey olduğunu biliyoruz zira daha ilk sekansta karakter, kendisi tarafından yazılan ölüm korkusu temalı kitabın imza günündeydi. Yani Ingrid, kendisini bir anda hayattaki en büyük korkusunun tam ortasında buluyor. Martha’nın bu ilginç isteği üzerine film, yön değiştiriyor ve basit bir ölümle yüzleşme hikayesinden çıkarak insanın yalnızlığını ve kendi hayatına dair kontrol arayışını irdeleyen bir hikâyeye dönüşüyor. Hikâyenin kara mizahla sunuluyor olması ölüm kavramını gündelik hayata indirgeyerek onu günlük yaşamın normal bir parçası gibi hissetmemizi sağlıyor. Çünkü insanlık olarak ölüm sorununu gündelik yaşamın alanından çıkarmış durumdayız. Dinlerimiz ve mitolojilerimiz her şeyi açıklamak zorunda olduğundan insanın asla anlamlandıramayacağı “ölüm” kavramını bizim yerimize büyük törenlerle ve “öteki dünya” ile tanıdıklaştırır, simgeleştirir. Fakat ya ölüm, tüm bu anlamların dışında bir yerde gerçekleşiyor olsaydı?

Bana kalırsa Almodóvar, ölüme tam anlamıyla hazır olduğunu hisseden ve herhangi bir gün kendi yaşamına son verecek olan Martha karakteri ile alışık olduğumuz, yakından tanıdığımız ölümlere başka bir gözle bakmamızı sağlıyor. Martha’nın ölmek konusundaki aşırı kararlılığı ve kendinden son derece emin oluşu zaman zaman korkunç gözükse de karakter geçmişte savaş muhabiri olduğundan aslında o güne kadar yaşamında deneyimlemek istediği her şeyi tüketmiş. Tarihin birçok kırılma noktalarında orada bulunmuş; aşklara, ayrılıklara şahit olmuş.  Tam da bu noktada üzülüp “Ya tamam ölmek istiyorsun ama hiç mi kimseyi düşünmüyorsun? Evladını da mı düşünmüyorsun?” dediğimiz kısımda Martha bize koca bir “Hayır!” ile cevap veriyor. Çünkü kendisinin kızıyla olan bağının çok zayıf olduğunu hatta zaman zaman “Keşke başkasının kızı olsa.” Diye düşündüğünü öğreniyoruz. Zaten karakter defalarca ölüme artık hazır hissettiğini söylediği için biz de bir anda her ne kadar içimizde tuhaf bir endişe duysak da gerçekten sanki artık onun için doğru zamanın geldiğini düşünüyoruz.

Görsel açıdan da filmde gerçek bir Almodóvar rüzgarı esiyor. Almodóvar’ın tamamen kendine has tarzının filme yansıyışını görsel tercihlerinde görmek mümkün. Evlerde, dekorlarda ve kostümlerde öne çıkan kırmızı renklerde, sık sık tercih edilen flashback sahnelerinde Almodovar’ın sanatsal tercihlerini görebiliyoruz. Doğa sahnelerinde ve mekân tasarımlarında gördüğümüz kızıl ve yeşilin karşıtlığı hem yaşamın güzelliklerine hem de ölümün kaçınılmazlığına vurgu yapıyor. Yalnızca hastane sahnelerinde gösterilen New York tasvirinin fazla sığ kaldığını söyleyebilirim. Aşırı pembe gün batımları yapaylık hissi uyandırıyor.

Genel olarak filmde tercih edilen kara mizah sebebiyle kişisel olarak karakterlere inanmakta zorlandığımı söyleyebilirim ancak film üzerine düşündükçe kara mizahla birlikte oldukça kasvetli ve duygusal sekanslar da izlediğimi fark ettim. Tam da bu noktada yönetmenin, ölüm gibi ağır bir temayı işlerken bile renklerin ve görselliğin gücüyle bir tür yaşam coşkusunu hissettirmeyi başardığını fark ettim. Film, ölümün kaçınılmazlığına rağmen yaşamın güzelliklerine dair umut dolu bir his uyandırıyor.

Almodóvar, film boyunca izleyiciye, ölüm üzerine düşünmenin de yaşamı kutlamanın bir yolu olabileceğini gösteriyor. Karakterlerin sıradan konuşmaları, sanat, kitaplar ve hayat üzerine yaptıkları sohbetler bile, bu zor temaların altında yatan insan deneyimlerinin zenginliğini hatırlatıyor. Martha ve Ingrid’in yeniden bir araya gelmeleri hem geçmişle yüzleşme hem de şimdiki zamanda bir anlam bulma çabası gibi gözüküyor.

Sonuç olarak, Pedro Almodóvar’ın “The Room Next Door” filmi hem ölüm hem de yaşam üzerine derin bir anlatıya sahip. Renkler, görseller ve oyunculuklar, filmin ağır temalarını dengelerken izleyiciye tam olarak Almodóvar tipi bir film sunuyor. Filmin Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü almış olması da Almodóvar’ın ustalık eserini taçlandırmış oldu bence. Almodóvar’ın kadın hikayelerini sevdiğini biliyoruz. Burada da iki usta kadın oyuncuyu bir araya getirerek oyunculuk anlamında seyir zevki yüksek bir film sunuyor.

The Room Next Door: Tanımadığımız Bir Ölüm

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...