Bird: Soyut Dünyanın ‘Kanat’larına Sığınmak
American Honey, Fish Tank ve Wasp gibi filmleri ile tanıyıp sevdiğimiz Oscar ödüllü yönetmen Andrea Arnold’ın son filmi Bird, ülkemizdeki izleyicileri ile ilk defa Filmekimi aracılığıyla buluştu. Başrolleri Barry Keoghan, Franz Rogowski ve Nykiya Adams’ın paylaştığı filmde Arnold, toplumsal gerçekleri ve bireysel krizleri özgün bir anlatımla izleyiciye sunuyor. Bailey (Adams) adındaki küçük bir kızın ergenliğe adım atarken, dağılmış bir aile etrafında büyümenin beraberinde getirdiği sıkıntılarla baş etme serüveninin bir kuş metaforunun etrafında şekillenmesini izliyoruz.
Bailey hayatını genellikle bir hayli genç babası Bug (Keoghan), üvey kardeşi Hunter (Jason Buda), babalarının kız arkadaşı Kayleigh (Frankie Box) ve onun küçük kızı ile sürdüyor. Bölünmüş ailesinin diğer tarafında da şiddet gördüğü ilişkiler döngüsünde hapsolmuş bir annesi ve haliyle haklarında endişelenmeden duramadığı üç küçük kardeşi var. Arnold’ın önceki filmlerinden tanıdık olduğumuz ve sanıyorum otobiyografik sayılabilecek bir faktör olarak, aile kurmak için çok genç olmanın getirdiği ”kötü” ebeveynlik ve ihmalkarlık temalarını işleyen filmde, bu gözlemi çocukların perspektifinden deneyimliyoruz. Filmde kimse Bailey’nin kötülüğünü ister gibi görünmese de, iyiliğini isteyen ya da onu düşünen kimseyi de bulamıyor etrafında ve mevcut hayatında karşılaşmayı umduğu sıcaklığı soyut bir dünyada arıyor gibi görünüyor Bailey. Arnold bu dünyaya dair ipuçlarını baştan serpiştirmeye başlasa da, tamamını hemen sergilememeyi tercih ediyor.
Yaşantısındaki karmaşıklık Bailey’ye çok fazla gelmeye başladığında çareyi evden uzaklaşmakta buluyor. Hayatından kaçarken yerleşim yerlerinden uzak bir arazide sabahlayan Bailey, Bird adında, merak uyandırıcı bir adamla tanışıyor. Bu gizemli yabancı aradığı bazı cevapların peşine düşerken Bailey’de önü alınamaz bir merak uyandırıyor ve ikili arasında kısa süreli ama oldukça tatlı bir yol arkadaşlığı başlıyor. Bird karakteri üzerinden bir noktada seyircinin dikkatini çekecek kadar çok tekrarlanan kuş motifi, Arnold’ın sürreal dünyası hakkında seyircinin aklında bazı tahminler yaratmaya başlıyor. Ebeveynlikte çok başarılı oldukları söylenemeyecek yetişkinlerin çocukları olarak dünyaya gelmeleri bu ikilinin en büyük kesişim kümesi oluyor ve bu ortak noktalarının, daha sonra Bailey’nin gelişiminde onu oldukça melodramatik bir yöne taşıyacağını filmin sonunda bir çeşit aydınlanma ile anlıyoruz. Kuş motifi aslında gerçeklerden kaçışı temsil ediyor.
Özetle ben, Arnold’ın kendine has samimi ve trajikomik sinematik üslubuyla dile getirdiği bu büyüme sancıları anlatısını oldukça derin, sürükleyici ve etkileyici buldum. Arnold’ın hikaye anlatıcılığı, genç bir kızın büyüme dönemi sıkıntılarını gerçekçi bir şekilde ele alırken, izleyiciyi karakterlerin karmaşık duygusal dünyalarının içine çekmeyi de başarıyor. Bu kadar katmanlı bir anlatıyı böylesine sade ama etkili bir tarzla işleyebilmesi, Arnold’ın sinematik dehasının bir yansıması bana kalırsa. Çocukluğun sonu ve gençliğin başındaki o belirsiz, rahatsız edici noktada sıkışmış olan Bailey karakterine hayat veren Nykiya Adams’ı ise sektör adına oldukça değerli bir katkı olarak kabul ediyorum. Adams, kariyerinin başında olmasına rağmen, özgürlük ve kimlik arayışındaki bu genç kız rolünü derin bir içsel yolculuğa dönüştürmeyi başarmış. Karakterin kırılganlığı, kararsızlığı ve direnci öylesine güçlü bir şekilde yansıtılmış ki, izleyiciyi resmen kendisinin hemen omzunun ardında hissettiriyor. Bailey’yi sadece bir film karakteri olmaktan çıkararak, izleyicinin kalbinde iz bırakacak bir figüre dönüştürüyor. Karakterinin içs dünyasını bu denli başarılı ve doğal bir şekilde canlandırması, şüphesiz onun kariyerinin ilerleyen yıllarında da adından söz ettireceğinin bir göstergesi.
Diğer iki ana karakter olan Bug ve Bird’e gelince, Barry Keoghan ve Franz Rogowski’nin performansları, filmdeki duygusal çeşitliliği ve derinliği daha da pekiştiriyor. Barry Keoghan’ın Bug karakterine getirdiği karmaşık, melankolik, ama bir o kadar da eğlenceli tavır, izleyiciyi gülümsetirken bir yandan hüzünlendiriyor ve filmde bolca var olan bu ”bittersweet” atmosferi mükemmel bir şekilde destekliyor. Fazla sayılabilecek derecedeki iyimserliğiyle öne çıkan Bug, hayatla olan umursamazlığıyla da izleyicinin dikkatini çeken oldukça karmaşık bir karakter. Keoghan’ın bu karakteri hem eğlenceli hem de trajik sayılabilecek bir figüre dönüştürmeyi başarması seyir keyfini birkaç seviye ileri taşıyor. Franz Rogowski’nin Bird performansı ise bambaşka bir dünyaya aitmiş gibi. Rogowski, Bird karakterine masum ve nahif bir hava katarken, aynı zamanda bu karakterin gizemli doğasını da ustalıkla yansıtıyor ve şahsen benim ikinci kez izlemeden cevaplandıramayacağım sorulara yol açıyor. Bird’ün yalnızca Bailey’nin hayatında değil, filmdeki genel atmosferde de önemli bir metafor olduğunu düşündüğümüzde, Rogowski’nin bu rolü ne kadar başarılı bir şekilde canlandırdığını daha da iyi anlıyoruz. Bird, hem bir arkadaş hem de bir rehber olarak Bailey’nin hayatına dokunurken, izleyiciyi de derinden etkileyen bir figür haline geliyor.
Film ilk duyurulduğunda, Barry Keoghan ve Franz Rogowski’nin aynı kadroda yer aldığı için çok heyecanlandığımı hatırlıyorum çünkü ikisinin de çağımızın en yetenekli ve başarılı oyuncularından olduğunu düşünüyorum. Ancak film boyunca tek bir sahnede bile bir araya gelmemeleri sanırım filmle ilgili tek hayal kırıklığım oldu. Yine de bütünsel baktığımda, bu eksikliği görmezden gelmenin oldukça kolay olduğunu söyleyebilirim. Sonraki yazılarda görüşmek dileğiyle!
Bird: Soyut Dünyanın ‘Kanat’larına Sığınmak