The Dead Don’t Hurt: Her Şey Geçici, Bıraktığımız İzler Kalıcıdır
Vahşi Batı (kısacası Western) filmleri genellikle erkekliği, erkekliğin gücünü, iyi ve kötünün savaşını gösterişli, görkemli, serüven dolu ve diğer taraftan da kısmen gerçekçi bir dille gösteren bir türdür. Yani biraz da erkekliği yücelten bir tarafı vardır. Ki geçtiğimiz ay seyrettiğimiz Kevin Costner’ın Horizon: An American Saga – Chapter 1 gibi gerçekçi bir western destanını seyrettikten sonra, bu ay da hikaye ve estetik açıdan enteresan bir Western (daha doğrusu bir Anti-Western) film vizyona girdi. Geçtiğimiz aylarda seyrettiğimiz Lisandro Alonso filmi Eureka (Evreka, 2023)’nın başrolü, 3 kez Oscar’a aday olan Viggo Mortensen, 2020 yılında Falling (Düşüş) filmiyle ilk kez yönetmenliğe adım attı. Geçtiğimiz yıl Toronto Film Festivali’nde gösterilen ve vizyondan önce Türkiye’de hiçbir festivale uğramayan The Dead Don’t Hurt (bizdeki çevirisiyle Dünyanın Sonuna Doğru) ise kendisinin yaptığı ikinci filmi ve bana kalırsa bir Anti-Western olarak nitelenebilecek bir film. Çünkü film diğer Western filmlerinin aksine Jane Campion’ın The Power of the Dog (2021) filmi gibi feminist bir bakış açısına sahip.
Hikaye 1860’lı yıllarda Amerika’da geçiyor. Kanadalı Fransız Vivienne Le Coudy, San Francisco’dan gelen Danimarkalı Holger Olsen’e aşık oluyor. Birbirlerini öylesine seviyorlar ki, bir yerden sonra Amerika’nın sadece çorak toprakların mesken ettiği bir kulübede birlikte yaşamaya başlıyor. Fakat, o sırada büyük bir savaş patlak veriyor: Amerika’da İç Savaş’ın başlamasıyla Olsen savaşa gidiyor ve Vivienne ise yapayalnız kalıyor. Bundan sonrasında ise bir barda iş buluyor, parasını kazanmaya ve evinde adeta küçük bir cennet bahçesi yetiştirmeye çalışıyor.
Bu film Amerika gibi sert erkekliğin ve sertliğin sözü geçtiği bir toprakta, bir kadının kendi ayaklarının üstünde durarak yaşamaya çalışmasını seyrediyoruz. Hikaye de lineer bir yönde ilerlemiyor, yani yaşananları flashback yardımıyla öğreniyoruz. Hikaye açısından bir Western filmi olarak tanımlansa da, tam bir Western filmi değil, aksine Jane Campion’ın The Power of the Dog filmi gibi bir Anti-Western filmi var karşımızda. Viggo Mortensen’in Anti-Western tarzı anlatımını açıkçası ben sevdim.
Görselliği açıdan film, tam olarak karanlık ve bu film için karanlık tonunun aslında ne kadar doğru olduğunu filmi izledikçe anlıyorsunuz. 2014’te seyrettiğimiz The Two Faces of January (Ocak Ayının İki Yüzü, Hossein Amini, 2014) ile Falling’in de görüntü yönetmenliğini üstlenen Danimarkalı Marcel Zyskind’in görselliğiyle hem bir Western havasında bir film izliyoruz, ama diğer taraftan da bir kadının gözünden Vahşi Batı’daki o karanlık, sert ama diğer taraftan da umut dolu bir tarafını tamamen psikolojik bir dille ele alıyor. Üstelik bunları bize çok göze parmak yapmadan mesaj veriyor. Filmin kurgusu da ayrı güzelliğe sahip. Film, hikayesi gibi Lineer akmıyor, öyle ki itiraf etmem gerekirse başta neler olduğunu hiç kestiremedim, ancak filmi seyrederken olanı biteni çözmeye başladım. Bu güzel kurgusunda Danimarkalı kurgucu Peder Pedersen’in hakkını vermek gerekiyor.
Viggo Mortensen, aynı zamanda da müzisyen kimliğine de sahip bir oyuncu. Kendisi ilk kez 2014’te Lisandro Alonso filmi olan Jauja (Hayal Ülkesi) filminin müziklerini yaparak başlamış ve 2020’de Falling filmiyle de devam etmişti. Bu filmin de müziklerini Viggo Mortensen’den başkası konuşturmamış. Filmin anlatımındaki o umuda, yaşam savaşına ve kavgaya dair mücadelesini besteleriyle de çok iyi yansıtmış filme. Bir western gibi değil de, daha çok bir orta çağ müziği gibi. Öylesine güzel, öylesine farklı bir tada sahip.
Viggo Mortensen’in oyunculuğu hala hayranlık duyulası bir oyunculuk. Oynadığı karakteriyle, hem sakinliğini, hem de öfkeliğini bize geçirmesi konusunda başarıyor. Ama asıl bu konuda asıl bayrağını Vicky Krieps’e taşımamız lazım, çünkü Vicky Krieps, bu filmdeki Vivienne rolünü, hakkını vererek canlandırmış. Vicky Krieps’in oynadığı Vivienne rolü, hala kendi bu gezegende kendi ayaklarının üstünde duran ve durmaya çalışan kadınlar tarafından gerçekten örnek alınacak bir karakter.
The Dead Don’t Hurt başında da bahsettiğim üzere, Amerika gibi sert erkekliğin yer aldığı toprakta, kendi ayaklarının üstünde durmaya çalışan bir kadının öyküsü bu. Özgür ruhlu, her şeye rağmen bağımsız kalmak isteyen bir kadının öyküsü. Öyle ki, Vahşi Batı’daki acımasızlığı ve acımasızlığa rağmen dimdik ayakta durarak ilerleyebilmeyi çok sade ve rüya gibi bir tarzda anlatmış, ama diğer taraftan da bu kadar şiddetin, savaşın ve sertliğin hiçbir anlam ifade etmeyeceğini ve bunun sonunda da her şeyi bu dünyada bırakıp gideceğimizi öylesine iyi anlatmış, ki saatlerce oturup düşüneceksiniz. Bu film herkese göre bir film değil, ama bu filme bir şans vermenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
The Dead Don’t Hurt: Her Şey Geçici, Bıraktığımız İzler Kalıcıdır