Springsteen: Deliver Me from Nowhere: Karanlıkta Parlayan Bir Deha
22 Ekim Çarşamba günü Türkiye’deki basın gösterimi gerçekleştirilen, Scott Cooper’ın Warren Zanes’in aynı isimli biyografi kitabından esinlenerek senaryolaştırdığı ve yönettiği Springsteen: Deliver Me from Nowhere, 24 Ekim Cuma günü vizyona giriyor. Film, Bruce Springsteen’in en yaratıcı döneminin, yaşadığı yoğun depresyonla kesiştiği günlerde kayda alınan Nebraska albümünün etrafında şekillenen bir biyografi anlatısı.
Filmde Bruce Springsteen rolünü Jeremy Allen White üstlenirken, ünlü sanatçının hayatında hâlen çok önemli bir yere sahip olan ve özellikle filmin odaklandığı dönemde sanatçıyı “hiçlikten kurtarmış” olan menajeri Jon Landau’ya da üstün yetenekli oyuncu Jeremy Strong hayat veriyor.

Springsteen: Deliver Me from Nowhere: Karanlıkta Parlayan Bir Deha
Bruce Springsteen’in (White) yeni yeni üne kavuştuğu dönemlerde, Jon Landau’nun (Strong) bahsettiği şekilde sanatçının “bildiği dünyayı geride bırakma” korkusu ve bundan kaynaklanan suçluluk duygusunun sebep olduğu depresyonu merkeze alan filmde, Springsteen’in ailesi içindeki —onu sürekli travmatik çocukluğuna götüren— duygusal anılara ve sanatçının 1980’lerdeki sevgililerinden birinden esinlenildiği düşünülen Faye (Odessa Young) karakteriyle yaşadığı kısa soluklu ilişkisine de odaklanılıyor.
Springsteen: Deliver Me from Nowhere, Müzikal bir figürün hayatına odaklanan çoğu yapımdan beklenebilir düzeyde sıkıcı bir film ne yazık ki; ancak duygusal tarafın ağır bastığı sahneler göz dolduruyor. İkinci perde olabildiğince uzun mesela, sanki sürekli aynı sahnenin bir benzerini izliyor gibi hissediyorsunuz. Nostaljik renk paletiyle birlikte New York ve New Jersey’deki diner’lar, lunapark ve stüdyolar filmin görsel ve duygusal atmosferini diri tutsa da, anlatının tekrara düşme eğilimi filmin ritmini olumsuz etkiliyor ve seyirciyi saatini kontrol etmeye itiyor.

Springsteen: Deliver Me from Nowhere: Karanlıkta Parlayan Bir Deha
Sanatçı ve onu canlandıran aktör arasındaki benzerliği filmde pek göremediğimi belirtmeliyim. Ancak Springsteen’in gençliğini kafamda canlandırabilecek kadar sanatçıyı tanımadığımı göz önünde bulundurunca, oyunculuk performansı hakkında yorum yapmam çok da adil olmaz. Filmi izlerken White’ın sanki yalnızca taktığı kahverengi lenslerle role girmiş olduğu izlenimi oluşuyor. Sanırım bu görüşüm çok da geçerli değil çünkü yapım aşamasının neredeyse tamamında sette bulunan Bruce Springsteen ve menajeri, başrollerin her ikisinin de oyunculuklarını çok beğendiklerini her fırsatta belirtiyor.
Her ne kadar sanatçıyı çok fazla tanımadan değerlendirmeye çalışsam da, yakın zamanda izlediğimiz diğer biyografi filmlerinde Timothée Chalamet (Bob Dylan) ve Austin Butler (Elvis Presley) ile karşılaştırınca White’ın oyunculuk performansı oldukça ön plana çıkıyor bence. Üstelik şarkı söylemede de olağanüstü derecede başarılı. Film için vokal dersleri alan oyuncunun şarkı söylerkenki hâlini izlerken, sesin ondan çıktığına inanmak zor oluyor. Bu konuda oldukça yetenekli. Ayrıca karakterin hislerini seyirciye aktarmaktaki başarısı kesinlikle tartışmasız. Hayatımda izlediğim en ikna edici depresyon tasvirlerinden biri olduğunu düşünüyorum.

Springsteen: Deliver Me from Nowhere
Jeremy Strong’un performansına gelince, yine canlandırdığı karakterin içinde kaybolmuş bir durumda. Jon Landau gerçek hayatta kimdir, nasıl biridir hiçbir fikrim yok elbette; ama oyuncunun yeteneğine olan güvenim ve işine kendini adamış olduğunu bilmem sebebiyle benden her zamanki gibi geçer nottan fazlasını alıyor. Bruce depresyonla zorlu bir sınav verirken, onu karanlığın içinden çekip çıkaran kişi menajeri Landau oluyor filmde.
Sadece bir iş ortağı gibi değil, hem tatlı ve sevecen karakteri hem de olağanüstü kararlı yapısıyla onu profesyonel destek alma konusunda ikna ediyor. Bruce’u samimiyetle ve tamamen çıkarsızca yeniden aydınlık tarafa yönlendirerek içindeki dehayı ortaya çıkarmasına yardımcı oluyor. Strong’un “güven” kavramını ete kemiğe büründürerek canlandırmasını izlemek, filmin en keyifli yanlarından biri.

Springsteen: Deliver Me from Nowhere: Karanlıkta Parlayan Bir Deha
Filmde Bruce ve Jon arasındaki kadar önemli bir diğer dinamik de Bruce ve babası (Stephen Graham) arasında gözlemleniyor. Çocukluk döneminde katı ve sevgisiz bir ebeveyn olan babasıyla arasındaki tatsız, fakat şimdiki hayatında belirleyici olan anıları sık sık ziyaret eden Bruce, yetişkinliğinde de babasıyla ilişkisi üzerine çok düşünüyor. İkilinin yüzleşmeleri seyircide oldukça buruk bir his bırakıyor çünkü baba karakteri, benim çıkarımımla, demans benzeri bir rahatsızlıkla baş ediyor.
Demans ve Alzheimer gibi hastalıklarda kişinin hatıralarıyla birlikte benliği de zamanla silindiği için, babasının durumu kötüleştikçe aralarındaki diyaloglar seyircinin içine dokunuyor. Bruce aslında karşısındaki kişinin eskiden tanıdığı insan olmadığını biliyor ve White bu sahnedeki duyguları oldukça doğal bir şekilde yansıtıyor. Karakterin hastalığının filmdeki gidişatından böyle bir çıkarım yapıyorum; ancak gerçek hayatta babasının hastalığı hakkında net bir bilgi yok. Otobiyografisinde Springsteen yalnızca onun alkolik ve “zihinsel olarak kötü durumda” olduğundan bahsediyor.
Çocukluk sahnelerinin yer aldığı flashback’lerin yalnızca dönem kıyafetleri ve siyah-beyaz filtreyle geçiştirilmemiş olması, filmle ilgili en iyi detaylardan biri. Seyirciye gerçekten zamanda yirmi yıl yolculuk yaptığı hissini veren bir atmosfer yakalanmış. Bu flashback’lerden birinde Bruce’un yetişkin hâliyle yer alması, seyirciyi duygusal olarak derinden sarsan bir sahneydi.

Springsteen: Deliver Me from Nowhere: Karanlıkta Parlayan Bir Deha
Bruce ve Faye arasındaki ilişkinin tek boyutluluğu ise filmin en zayıf yönlerinden biri olarak kalıyor. Bruce’un hayranlarından biri olan Faye, ortak bir arkadaşları sayesinde onunla tanışıyor ve sürekli hayatında kalması için onu pasif ya da aktif şekillerde ikna etmeye çalışıyor. Bruce Faye’i sevmiyor değil; fakat ona karşı “Seni üzmek istemiyorum” tavırları senaryoda oldukça zorlama ve sıkıcı hissettiriyor.
Bu durum artık çoğu sanatçı biyografisinde olmazsa olmaz klişe bir ikincil olay örgüsü hâline geldi. Elbette Springsteen’in hayatında olaylar böyle gelişmiş olabilir; buna yapacak bir şey yok. Ancak defalarca kez izlediğimiz bu klişe anlatıdan kaçınılsa, Nebraska anlatısı için belki de daha fazla alan açılabilirdi.
Filmin teknik detaylarına gelince, görsellik kadar ses tasarımı da gerçekten övgüyü hak ediyor. Ses miksajı özellikle günlük hayat sahneleriyle şarkı performansları arasındaki geçişlerde yaratılan harmoni bakımından oldukça etkileyiciydi. Müzikal yönü öne çıkan bir filmde ses unsurunun bu denli titizlikle işlenmesi, yapımın genel atmosferini güçlendirirken profesyonellik seviyesini de ortaya koyuyor.
Özetle, biyografi yönüyle klişe ve “olmasa da olur” bir film olmaktan kurtulamasa da, drama türünde değerlendirildiğinde Springsteen: Deliver Me from Nowhere, duygusal yoğunluğu ve karakterler arasındaki samimi dinamikleriyle basit bir yaşam öyküsü anlatısının ötesine geçerek keyifli bir film olmayı başarıyor. Filmin vizyonda görülmesi gerektiğinde ısrarcı değilim; fakat evinizin rahatlığında, boş bir zamanınızda mutlaka izlemenizi öneririm. Sonraki yazılarda görüşmek üzere!