Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri A Complete Unknown: Sınıfta Kalan Bir İkonografi Denemesi

A Complete Unknown: Sınıfta Kalan Bir İkonografi Denemesi

Yazar: Şeyda Taşkıner

A Complete Unknown: Sınıfta Kalan Bir İkonografi Denemesi

James Mangold’un yönettiği ve Jay Cocks ile beraber kaleme aldığı, kadrosunda Timothée Chalamet, Elle Fanning ve Edward Norton gibi yıldız isimleri izlediğimiz A Complete Unknown, Amerikalı ünlü müzisyen Bob Dylan’ın kariyerine başlangıcı, yükselişi ve geçirdiği aykırı başkalaşımı konu edinen bir biyografik film.

Kültürel bir ikonu canlandırma görevini üstlendirme konusunda büyük bir taşın altına eline koyması gereken Timothée her işini hayranlıkla takip ettiğim bir oyuncu olsa da ve elinden gelebilecek her çabayı göstermiş olduğunu hissettirse de film boyunca seyirciye resmen saç kesimi Bob Dylan’ı anımsatan bir oyuncuyu izledikleri izlenimi vermekten kendini alamıyor. Birçoğu hit olan Bob Dylan şarkılarını kendisinin seslendirmesi de bence oldukça talihsiz bir seçim olmuş. Dylan’ın en otantik, ayırt edici yanlarından biri de kendine özgü güçlü sesi iken ses senkronizasyonu (lip sync) tercih etmek yerine şarkıları Chalamet’nin kendisinden dinlemek, Dylan’ın hayat hikayesini anlatmaktansa ikonografisini ortaya çıkarmayı amaçlayan bir film için oldukça yanlış ve neredeyse rahatsızlık verici bir deneyim ortaya çıkarıyor.

Seslendirme konusunda ne kadar başarısız olsa da Bob Dylan’ın umursamaz, alaycı, gizemli ve yer yer sinir bozucu karakterini bir o kadar başarılı şekilde canlandırmayı başarıyor Chalamet. Karakterin veya Bob Dylan’ın kendisinin en dikkat çeken özelliklerinden biri, detayları fazla bilinmeyen çalkantılı özel hayatı ve aynı anda birden fazla ilham perisinin olması filmde en ayrıntılı işlenen konulardan bir tanesi. Elle Fanning’in hayat verdiği Sylvie Russo isimli sosyal adalet ve eşitlik savunucusu bir ressam (gerçek hayatta Suze Rotolo) ve Joan Baez (Monica Barbaro) adlı ünlü folk sanatçısı arasında yaşadığı aşk üçgeni, Dylan’ın zamansız şarkılarında bu iki genç kadının ne kadar etkili olduklarını göstermeyi amaçlıyor. Özellikle Rotolo’nun aktivist yanının, Dylan’ın yazmış olduğu politik eleştiri içeren şarkılarına nasıl ilham verdiğini başarıyla vurguluyor. Ancak itiraf etmeliyim ki bu aşk üçgeninin filmin ana bağlamlarından biri oluşu bir noktada seyirciyi sıkmaya başlıyor.

Edward Norton’ın canlandırdığı, yirminci yüzyılın en iyi folk müziği sanatçılarından ve diğer bir önemli aktivist olan Peete Seeger karakteri ve Dylan’la arasında bazı noktalarda tamamen zıtlaşan ilişki, filmde folk müziğinin geçirdiği dönüşümü ve Dylan’ın buna nasıl öncülük ettiğini göstermek için oldukça etkili bir araç olsa da ben ilk defa Norton’ı sıkıcı bir rolü canlandırırken izlediğimi düşünüyorum. Üstelik Norton’ın devam etmekte olan ödül sezonunun En İyi Yardımcı Aktör kategorisinin önde gelen adaylarından olduğunu düşününce ve filmde sergilediği tüm oyunculuk performansının tonu bile neredeyse hiç değişmeyen uysal bir gülümseme olması gerçeğini göz önünde bulundurunca  ”Bu sektörde neler dönüyor?” sorusu aklımı kurcalamadan edemiyor. Film bitip, ışıklar yandığında ilk düşündüğüm şeylerden birinin bu olmaması gerekirdi mesela…

Filmin diğer yan karakterleri ne kadar sıradan ve sade yazılmışlarsa, artık kendisine Hollywood’un dışlanmış yeteneği yorumunu yapmaktan geri duramayacağım Boyd Holbrook’un hayat verdiği bir diğer efsane olan Johnny Cash karakteri resmen filme adeta ruhunu üfleyen unsur oluyor, üstelik birkaç sahnede kısa kısa yer alırken. Festival sahnelerinden birinde Johnny Cash’in ”Folsom Prison Blues” adlı şarkısını da seslendiren, bu noktada bile yeteneğiyle adeta ekrana Johnny Cash’in kendisininki kadar güçlü bir aura getiriyor ve şarkıyı tabii ki aynı şekilde sergileyemese bile, söylerken seyirciyi Chalamet-Dylan arasındaki rahatsız edici uçuruma maruz bırakmıyor. Birçok filmin Holbrook’u gerektiği şekilde etkili kullanamama gibi bir sorunu var, evet bu filmlerin ve film yapımcılarının problemi! Muhtemelen daha önceki yazılarımdan birinde de değinmiş olacağım gibi, onu artık bu cameo sayılabilecek kadar kısa sahnelerde ”scene-stealer” olarak izlemekten bıktık, acilen ana rollerde değerlendirilmesi gerekiyor!

A Complete Unknown‘un, uzun ekran süresiyle ve aynı dar konular arasında mekik dokuması nedeniyle seyirciyi birazcık sıktığını kabul etmekle birlikte oluşturduğu nostaljik atmosfer açısından başarılı buluyorum. Ancak, Bob Dylan’ın yazar kimliğine bu kadar yoğunlaşmaktansa, elektrik türü keşfederek rock tarzına geçişini daha derinlemesine anlatabilirdi ve daha geniş dönemlerine değinebilirdi. Örneğin, en azından Dylan’ın son derece gizemli ve muğlak anılarından ulaşılabildiği kadarıyla, o dönemlerde Leonard Cohen, Patti Smith gibi birçok efsane bohem sanatçının isimleriyle özdeşleşmiş Chelsea Hotel zamanlarından kısa bir anlatı sunsaydı daha iyi ve unutulmaz bir film ortaya çıkabilirdi diye düşünüyorum. Bu haliyle ne yazık ki filmin yüzeysel kaldığını ve potansiyelini kullanamadığını düşünüyorum.

A Complete Unknown: Sınıfta Kalan Bir İkonografi Denemesi

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...