Minari: Doğa Her Zaman Bir Yolunu Bulur (Oscar Özel)
93. Akademi Ödülleri’nde birden çok kategoriye aday olan yarı otobiyografik film Minari, bu sene ödülleri yine Güney Kore mi toplayacak diye düşündürmüyor değil. Film aslında Amerikan yapımı ancak konusu ve kadrosu itibari ile yapımda Güney Kore baskınlığı olduğunu ifade edebiliriz. En iyi film, en iyi yönetmen (Lee Isaac Chung), en iyi erkek oyuncu (Steven Yeun), en iyi yardımcı kadın oyuncu (Youn Yuh-jung), en iyi özgün senaryo (Lee Isaac Chung), en iyi film müziği (Emile Mosseri) ile toplam altı adaylığı bulunuyor. Geçtiğimiz yıl gerçekleşen Sundance Film Festivali’nde ABD Dramatik Yarışması Jüri Büyük Ödülü ve ABD Dramatik Yarışması Seyirci Ödülü’nü kazanan Minari, Oscar’dan da boş dönmez gibi duruyor. Film 1980’ler Arkansas’ında yeni bir hayata başlayan Güney Koreli Yi ailesini anlatıyor. Lee Isaac Chung’un Minari’de hem yönetmen hem de senarist olarak kendi hayatından bir şeyler anlatıyor olması filmi ister istemez izleyici için daha samimi bir hale getiriyor. Ayrıca bir insanın yaşam mücadelesine tanık olmak hep ilgi çekici olmuştur.
Filme geçersek, ekran açılır açılmaz kendinizi hikâyenin içinde hissetmeye başlıyorsunuz bence sakin filmler için bu çok önemli bir özellik, karakterlerin hiçbirini tanımadığınız halde sanki onlarla beraber arabanın içindeymişsiniz gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Erkek çocuğun (David) mimiklerinden okunan memnuniyetsizlik, kız çocuktaki merak, annedeki şaşkınlık ve babadaki mahcubiyetli umut ile karakterleri yavaş yavaş tanımaya başlıyoruz. Konteyner gibi bir evde yepyeni bir hayat onları bekliyor. Bu konteyner eve girerken kapının yerden oldukça yüksek ve merdivensiz olması aslında o eve girerken (o hayata başlarken) hiç de kolay bir adım atılmadığını bize görsel olarak sunuyor. Olayı cümlelerle değilde görsellerle anlattıklarında bence daha dikkat çekici oluyor. Sinema zaten görsel bir sanattır. Charlie Chaplin gibi sessiz de derdini anlatabiliyor olmak benim için ekstra başarıdır.
Kadın (Monica) yeni evlerinden hiç memnun değil, adam (Jacob) ise ticari/zirai düşünce tarzıyla kocaman tarlasında bulunan toprağın Amerika’nın en verimli toprağı olmasının verdiği haklı sevinci yaşıyor. Bir süre sonra anlıyoruz ki küçük çocuk David’in kalbiyle ilgili bir sağlık problemi var ve annesi bu yeni evi sadece konteyner olduğu için değil hastaneye uzak olduğu için de sevemiyor. Daha da ilerleyen süreçte Monica’nın kiliseye yakın bir yerde yaşamak istediğini ve şehirli hayata alışkın olduğunu anlıyoruz. Jacob içinse bunların çokta bir önemi yok. Şimdiye kadar hayatlarını civcivleri cinsiyetlerine göre ayrıştırarak idare eden Yi ailesi yeni yatırımlarında başarılı olabilecekler mi yoksa ömür boyu civciv ayıklamaya devam mı edecekler?
Bir yandan tarımla uğraşırken bir yandan civciv ayıklamaya devam ediyorlar çünkü David’in ameliyatı için ihtiyaçları olan parayı bir an önce toparlamak istiyorlar. Bu yüzden Monica tarla için harcanan paralardan son derece rahatsızlık duyuyor. Sanki oğlunun sağlığı yerine bitkileri tercih eden bir kocası varmış gibi bakıyor olaylara. Halbuki uzun vadede tarlanın getirisi hem daha fazla olacak hem de civciv ayıklamak zorunda kalmayacaklar. Monica ömür boyu civciv ayıklayıp bütün parasını harcamadan oğluna yatırmak istiyor. Jacob ise son derece çalışkan birisi, eşi ve çocukları bu yeni hayattan yeterince memnun değiller ve onu desteklemiyorlar buna rağmen büyük bir özveriyle hem fabrikada hem tarlada çalışıyor. Bu adamın güzel bir hayat mücadelesi var diye düşünüyorum.
İnsanların bir dayatması olarak erkeklerin başarılı olmak zorunda olmalarının nedenini civcivler üzerinden iki cümleyle özetlemelerini çok beğendim. Sizler için hemen alıntı yapıyorum:
David babasına civciv ayıklamaya gittikleri fabrikada diskarte edilen erkek civcivlerin ne demek olduğunu soruyor,
Jacob: “Erkek civcivlerin tadı güzel değildir, yumurtlayamazlar ve bir işe yarayamazlar. Bu yüzden sen ve ben yararlı olmaya çalışmalıyız oğlum. Tamam mı?”
Elektrikler gidiyor, kasırga geliyor, evi su basıyor felaketler silsilesi daha ilk haftalarında adeta gidin der gibi onlara sesleniyor. Jacob tarlaya su faturası ödememek için yeraltı kaynağı bulmayı hedefliyor ama bir türlü başarılı olamıyor. Bu arada tarla işlerinde yardım etmek isteyen Paul isimli bir adam kendi isteğiyle tarlada çalışmaya başlıyor. Tuhaf hareketleri ve söylemleri ile ilk baş tedirgin edici dursa da sonradan iyi birisi olduğunu anlıyoruz. Jacob’a karısından bile fazla destek veriyor olmasına dikkat çekmek isterim. Bence Monica bir kere bile olsa tarlayı fikren veya icraatla destekleseydi işler çok daha yolunda giderdi.
Anne de baba da fikirlerini çocuklara dayatmaya çalışıyor. Fikirlerini destekleyecek kişi sayısını arttırmaya çalışıyorlar. Aslında bu normal hayatta çoğumuzun yaptığı bir şey, fikirlerimizi kabul etmeyen bir kişinin karşısında fikirlerimizi savunacak insanlar bulmaya çalışırız. Bu şekilde kendimizi daha güçlü, fikirlerimizi de daha doğru hissederiz. Tabii annenin de babanın da birbirlerine karşı çocuğu kullanması ne kadar etik tartışılır.
Çocuklar evde yalnız kalmasınlar diye konteynerda yaşamaya başlayan büyükanneyle David’in bir derdi var. Bu dert sadece odasını onunla paylaşmak zorunda kaldığı için veya annesiyle babasının tartışmasına neden olduğu için olamaz daha derinde bir problem var gibi davranıyor. Hiç tanımadığı birisini merak edip tanımaya da çalışmıyor, bir çocuğun kolay kolay yapabileceği bir şey değil bu. David büyükanneyle Kore’yi birbiriyle bağdaştırmış, Kore’yi benimsemediği için mi büyükanneyi sevmiyor yoksa büyükanneyi sevmediği için mi Kore’yi benimsemek istemiyor? Anlaşılması güç bir konu olmuş.
Film ilerledikçe büyükanneyi biraz daha tanıyoruz, yemek yapmayı bilmiyor, kilise bağışından para çalıyor, okuma-yazmayı bilmiyor. Çocukların büyükanne algısına uygun birisi değil bu yüzden onu büyükanne olarak göremiyorlar ve sürekli eleştiriyorlar.
Yaşlı nesilin bilinçli veya bilinçsiz olarak yaptığı bazı davranışlar vardır, çocuğun kişisel özellikleri ile ilgili her türlü ortamda rahatça konuşurlar belli bir yaştan sonra vurdumduymazlaşıyorlar ancak çocuk bu ortamdaysa özelinin bu şekilde paylaşılması çocuğun insan ilişkilerindeki psikolojisini olumsuz etkileyebiliyor. Başkalarının çocuk hakkında düşünceleri çocuk için dünyanın en önemli şeyidir. Kilosuyla, gözlüğüyle vesaire dalga geçilen çocuk büyüdükten sonra bile asla o anları unutmaz. Büyükanne bunlara hiç dikkat etmiyor. Çocuğun, büyükanneler küfür etmezler, kurabiye pişirirler demesi de aslında davranışlarından ve söylemlerinden rahatsız oluşunun yansıması niteliğinde olmuş.
39. dakikada filme adını veren minariyi ilk defa duyuyoruz. Büyükannenin Kore’den getirdiği dere yataklarında yetiştirilebilen bir ot. Onu sulak bir bölgeye dikiyorlar. Her yıl göç eden binlerce Koreli’yi hesaba katarak güzel bir yatırım yapan Jacob, Kore mutfağının alışılmış lezzetlerini Amerika’da da yakalayabilmek için Kore sebze meyveleri yetiştiriyordu ancak ürünlerin toplanma zamanı geldiğinde işler hayal ettiği gibi yolunda gitmiyor ve mülteci olmanın gerçekleri yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor. İşler yolunda gitmedikçe Monica ayrılık kararına kadar gidiyor. David’in kalbini kontrol ettirmeye hastaneye gittiklerinde yeni yaşam şekillerinin David’in hasta kalbine şifa olduğunu öğreniyorlar. Monica’nın bunu öğrenince mükemmel bir surat ifadesi vardı. Mutluluktan havaya uçması gerekirken adeta bozulmuş gibi bir hali vardı çünkü bu yeni hayata ayak uyduramayanın sadece kendisi olduğunu anlıyor.
Kötü haberlerin üst üste gelişi gibi iyi haberlerde üst üste geliyor hastaneden müjdeli haberi aldıktan sonra annenin yük olarak gördüğü bir kutu mahsülle Jacob yeni bir iş bağlıyor. Artık ürünlerini satabilecek. Her şey yoluna giriyor derken Oscar filmi olduğu gerçeğini hatırlıyoruz ve yıkıcı gerçeklerle yüzleşmek durumunda kalıyoruz. Bir umudun kül oluşunu izlemek beni mahvetti. Belki çok büyük bir felaket değildi ama Yi ailesi için nasıl bir yıkım olduğunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Her şeyi mahvetti derken büyükanne yeni umudu oluşturan kişi de oluyor. Anlıyoruz ki bir şeyin olacağı varsa zorlamadan da oluyor adam o kadar emek verdi çabaladı tarlası için ama hepsi bir anda ellerinden kayıp gitti. Minariler ise öylesine dikilip kendi haline bırakılan yabani ot misaliydiler. Öyle güzel yeşermişler ki bize bile umudu hissettirdiler. Ben filmi çok içten ve samimi buldum, sıradan ama dokunaklı bir aile dramı olmuş. Filme adını veren Minari’nin de hikayesini, verdiği mesajı çok beğendim. Filme verilebilecek en güzel ismi vermişler. Ödülden ödüle koşacağından şüphem yok.
Minari: Doğa Her Zaman Bir Yolunu Bulur (Oscar Özel)
Eslem Saraçoğlu’nun Diğer Yazıları İçin Tıklayın.