Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Lurker: En İyi Arkadaşım

Lurker: En İyi Arkadaşım

Yazar: Tuğçe Ulutuğ

Lurker: En İyi Arkadaşım

Merhabalar!

Bu yazıda birlikte İstanbul Film Festivali kapsamında vizyona giren Alex Russell’ın ilk uzun metraj filmi Lurker’ı deşiyoruz.

Aslında bu filmle ilgili hem önyargılarım hem de olumlu beklentilerim vardı. Önyargımın sebebi, ilk bakışta sıradan bir takıntılı aşk hikâyesi gibi görünmesiydi. Olumlu hissetmemin nedeni de, çok sevdiğim Dave dizisinin senaristi tarafından yazılıp çekilmiş olması. The Bear ve Beef dizilerinin de yapımcılarından olan Alex Russell, bu ilk yönetmenlik denemesinde karanlık bir Los Angeles masalıyla karşımıza çıkıyor.

Film, tanıdık bir hikâyeyle başlıyor: Genç bir adam, hayranı olduğu müzisyene yaklaşmanın bir yolunu bulur ve hayatına sızar. Tam bir Mr. Ripley vakası diyebilirsiniz. Ancak Lurker tam bu noktada bizi ters köşeye yatırıyor. Özellikle Dave gibi karakter odaklı, zaman zaman absürt ama her zaman samimi bir yapımın senaristliğini üstlenen Russell, bu uzun metrajlı ilk filminde tanıdık bir türü kendi tarzında inceliklerle yeniden şekillendirmiş. Dave dizisini izlediyseniz bilirsiniz: Komediyle karışık kırılganlık, egoyla harmanlanmış yalnızlık gibi duyguları tatlı ama sağlam bir şekilde aktarır. Russell, bu tonları Lurker’da çok daha karanlık ve rahatsız edici bir forma büründürmüş.

Filmin merkezinde Théodore Pellerin’in canlandırdığı Matthew karakteri var. Los Angeles’ta büyükannesiyle yaşayan, bir giyim mağazasında çalışan ve hayatta bir türlü ışığı parlamamış biri. Bir gün mağazaya, yeni nesil pop yıldızlarından Oliver (Archie Madekwe) girince her şey değişmeye başlıyor. Matthew, bir şarkıyla Oliver’ın ilgisini çekiyor ve ardından onun hayatına yavaş ama sistemli bir şekilde sızıyor. Bu noktada Matthew’un Oliver’a önceden takıntılı mı olduğu, yoksa o anda mı bu saplantının başladığı net değil. Ya da ben anlayamadım. Ama zaten hikâyenin asıl ağırlık noktası da burada değil… Hikâye, sıradan bir hayranlıkla başlayıp zamanla sosyal merdivenleri tırmanma, statü edinme, kontrol kurma ve kimlik kaybı anlatısına dönüşüyor. Günümüzün sorunlarına doğal ve karanlık bir ayna tutuyor diyebiliriz.

Russell, türün klasik “takıntılı fan” dinamiklerini kullanmamış. Katil yok, kan yok, hatta aşk bile yok; ama film boyunca bir yerlerde bir şeylerin çok yanlış olduğunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Tehlike fiziksel değil, tamamen duygusal bir manipülasyonla örülmüş. Matthew’un başlarda ezik ama sempatik olan tavırları zamanla kıskançlık nöbetlerine ve güç savaşlarına evriliyor. Filmin en büyük başarısı da burada ortaya çıkıyor: Karakterler bir anda değişmiyor, her şey gözümüzün önünde, yavaş ve sarsıcı bir şekilde gelişiyor. Matthew, Oliver’ın arkadaş grubunda bulaşıkları yıkayan ve kimsenin fark etmediği biriyken, kısa sürede grubun kâbusuna ve söz sahibi üyesine dönüşüyor.

Görüntü yönetmeni Pat Scola (Pig, Sing Sing gibi yapımların da görüntü yönetmeni) da bu dönüşümü etkileyici bir görsellikle desteklemiş. Sosyal hiyerarşilerin nasıl hızla değiştiğini anlatan sahnelerden biri özellikle dikkat çekiciydi; mesela hemen bahsedeyim:

Bir müzik klibi çekimi sırasında video ekibinden biri bataryaları unuttuğunda, Matthew büyükannesinin kamerasını koyunun kafasına bağlamayı öneriyor. Fikir kötü, sonuç daha da kötü; ama önemli olan fikir değil, fikri kimin sunduğu. Bu sahne filmin özünü çok iyi özetliyor: Aptallık bile statüyle meşrulaştırılabiliyor. 🙂

Archie Madekwe de Oliver rolünde oldukça başarılı. İlk başta sadece karizmatik, ulaşılmaz ama sempatik bir yıldız gibi görünüyor; ancak zamanla onun da kırılgan, güvensiz ve ilgiye muhtaç biri olduğu ortaya çıkıyor. Bu durum, Matthew’un onun üzerindeki etkisini daha da rahatsız edici bir boyuta taşıyor. Özellikle Matthew’un arkadaşı Jamie (Sunny Suljic) ile Oliver’ın yakınlaşması, Matthew’un iç dünyasında kıskançlık, çaresizlik ve öfke gibi duyguların iç içe geçtiği sahnelerle yansıtılıyor.

Filmin son bölümleri bazı izleyicilere fazla teatral ya da abartılı gelebilir. Doğrudan güç sembolizmi içeren homoerotik bir güreş sahnesi var mesela. Russell’ın bu tercihleri, filmin tonunu gerginleştirerek amacına çok iyi hizmet etmiş bence. Karakterler ne kadar uçlara gitse de aralarındaki ilişkilerin temelinde hep tanıdık duygular yattığını hissedebiliyoruz: Yalnızlık, kabul görme isteği ve bir yere ait olma arzusu…

Lurker’ı izlerken zaman zaman Matthew’un suç ortağı gibi hissettim. Kamera bizim gözümüz olmuş gibiydi; ancak gördüğümüz çoğu şey aslında görmek istemediğimiz türdendi.

Sonuç olarak Lurker, klişe bir takıntı hikâyesi gibi başlayıp, oldukça özgün; yer yer alaycı ama çoğu zaman da rahatsız edici bir karakter incelemesine dönüşüyor. Eğer Dave dizisinin tonunu sevdiyseniz, yeni nesil ünlülük, sosyal tırmanış ve yalnızlık temalarını işleyen karanlık ama doğal olarak etkileyici bir film arıyorsanız, Lurker kesinlikle izlenmeli.

Mısırlar patladıysa yazıyı burada bitiriyorum.

İyi seyirler!

Lurker: En İyi Arkadaşım

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...