L’auberge Espagnole: Paris’ten Barselona’ya Erasmus Günleri
L’auberge Espagnole, Fransız-İspanyol ortak yapım bir film olup 2002 yılında ilk kez Cannes Film Festivalinde seyircinin karşısına çıkıyor. Birkaç yıl arayla Romain Duris’in yine başrolde olduğu 2 devam filmi de eklenerek sinema dünyasında yerini alıyor.
Film, baş karakterimiz Xavier’in günlüğü üzerinden anlatılmaya başlanıyor. Bu anlatım tarzı geçmişle bağlantı kurmak ve karakterin şu an nasıl bir durumda olduğunu anlamak konusunda oldukça efektif bir giriş yolu. Gereksiz detayların seyirciye sunulmasına gerek kalmadan olayları kavramamıza yardımcı oluyor. Ayrıca bu durum karakterle bağ kurmamızı kolaylaştırıyor. Onun iç sesini duyuyoruz, düşünme şeklini görüyoruz ve kafa karışıklıklarını biz de onunla birlikte hissederek yaşıyoruz.
Özellikle de bu yöntem, karakterimizin Fransa’dan İspanya’ya yaptığı bir yolculukla başlayan olayları anlatmak için güzel bir seçim çünkü yeni bir yere gittiğinizde bazı duygularınızı yoğun yaşarsınız; paylaşmak, anlatmak istersiniz. Bunları yazıyla kolaylıkla ifade edebilirsiniz. Bir de vedalarda hayat yolculuğunuzu ve deneyimlerinizi gözünüzün önünden geçirirsiniz, değerlendirirsiniz; önceden kimdiniz, şimdi kimsiniz. Arada olanlar ise yazıyla pek anlatılmaz daha çok yaşanır. İşte bu hissi anlatım tarzlarıyla seyirciye çok başarılı bir şekilde geçiriyorlar.
Ayrıca şunu da belirtmeliyim ki filmde anlatımın sürekli günlük üzerinden olmaması da ayrıca hoşuma gitti. Gerektiği yerlerde anlatımı pekiştirmek için dozunda kullanıldığını söyleyebilirim.
Bu anlatıma ek olarak, özellikle filmin başlarında mizahı işin içine dahil etme çabalarını takdir ediyorum ama bence mizah çok iyi kullanılması gereken bir tür. Gereksiz yerde kullanıldığında ‘çabalanmış bir komedi’ gibi duran, doğru yerde dahil edilmediğindeyse boşluk hissettiren bir unsur. Denemeye çalıştıkları bu mizahi dil beni itmişti. Bunu filmin içinde geçen zamanda pek kullanmamalarıysa benim açımdan pozitif bir durum oldu açıkçası.
Filmi izlemeye başladığınız ilk andan itibaren festival filmi havasını alıyorsunuz. Yeteri kadar özenilmiş midir, izlemeye değer mi sorularını sormanıza neden olabilir bu durum ama önyargıları kısa sürede kırıyor bence.
L’auberge Espagnole, Fransa’dan İspanya’ya Erasmus programıyla gelen Xavier’in kalacak bir yer aramasıyla başlayan İspanya günlerinde yine okul için farklı ülkelerden gelen 6 gencin birlikte yaşadıkları evin 7.si olmasıyla iyice renkleniyor. Bir taraftan İspanyolca öğrenmeye çalışırken diğer taraftan yeni hayatına bambaşka karakterlerdeki ev arkadaşlarıyla birlikte alışmaya çalışıyor.
Farklı Avrupa ülkelerinden gelen gençler birlikte kaldıkları için birçok kültürü bir evin içinde tanıma fırsatı buluyoruz. Ve bunu olabilecek en doğal yolla seyirciye sunuyorlar. Siz de kalabalık bir arkadaş grubuyla birlikte bir evi paylaştıysanız veya hayatınızın bir döneminde yurt arkadaşlığı yaptıysanız bilirsiniz ki belirli kurallar mutlaka konulur. Yeni bir yaşam şekli oluşturulur. Bu durumu çok gerçekçi bir şekilde işlemişler. Zaten film genel olarak gerçekliğin üzerine kurulmuş gibiydi. Olaylar dramatize veya romantize edilmeden olduğu gibi seyirciyle buluşturuluyor.
Aşkın, arkadaşlığın, gençliğin bir arada olduğu bu film doğrularıyla yanlışlarıyla birlikte olabilen bir grubun anlarına ortak ediyor bizleri.
Biraz da başrolümüzden bahsedecek olursak; bazı karakterler vardır kendinize yakın hissetmekle antipatik bulmak arasında gidip gelirsiniz ancak bunu belirli bir özellikle açıklayamazsınız, işte Xavier karakteri benim için öyleydi. Olayları büyük yaşamayan, hayatın ona sunacaklarına açık olan ama aslında tam olarak bunun da farkında olmayan bir karakterdi. Açıkçası böyle düz bir karakterin biz seyirciye sunumunun oyuncudan çok bir yönetmen başarısı olduğu düşünüyorum.
Biraz da başrolümüzden bahsedecek olursak; Romain Duris’e baktığımızda diğer oyunculardan daha ön plana çıkabilecek bir roldeyken bunu tercih etmeyerek, bulunduğu sahnelerde diğer yan roldekiler gibi sadece kendi karakteri “Xavier” olarak filmi aslında anlatmak istedikleri konuya oldukça ait kılıyor. Evet, filmde olayların başrolü oydu ancak hayatın tek başrolü olmadığının farkında ve gerektiğinde diğer arkadaşlarının ön plana çıkmasına destek oluyor. Bu sayede daha geniş bir hikaye ve daha çeşitli karakterler izleme fırsatımız oluyor.
Filmin içinde bazı anlarda karakterin anlamlandıramadığım bakışlarıyla karşılaştığımda ne düşündüğüne dair mimiklerinden bir ipucu yakalayamasam da kullanılan müzikler bu konuda biz seyirciye yardımcı oluyor. Çünkü müzik seçimleri hem içinde bulunulan duygusal durumlar için oldukça etkili hem de filmin dinamiğini yükseltmeye yardımcı olmuş. Özellikle müzik, İspanyolların enerjisine karışmak için güzel bir yol; bizim için de Xavier için de.
Sanıyorum ki onun Fransız olmasından kaynaklı olarak daha durgun bir enerjisi var. Hani bazı karakterler vardır kendinize yakın hissetmekle antipatik bulmak arasında gidip gelirsiniz ancak bunu belirli bir özellikle açıklayamazsınız, işte Xavier karakteri benim için öyleydi. Olayları büyük yaşamayan, hayatın ona sunacaklarına açık olan ama aslında tam olarak bunun da farkında olmayan bir karakterdi. Açıkçası böyle düz bir karakterin biz seyirciye sunumunun oyuncudan çok bir yönetmen başarısı olduğu düşünüyorum.
Bu sırada da karşımıza Cédric Klapisch çıkıyor. Hem de sadece yönetmen olarak değil. Kendisi aynı zamanda filmin senaristliğini de yapıyor. Aslında filmi izlerken bunu sezebilirsiniz, bana göre çekilen sahnelerde bize yansıtılmak istenen duyguların ve davranışların tutarlı bir bütünü oluşturması bunun en net örneği.
Cédric Klapisch’in bu filmde hem senarist hem de yönetmen olduğunu gördükten sonra acaba diğer işlerinde nasıl bir rol üstlenmiş diye araştırdığımda filmlerinin birçoğunda senaristlik ve yönetmenliği beraber yürüttüğünü gördüm. Kendisini istediği gibi ifade edebilmiş ki filmlerini bu şekilde çekmeye devam etmiş diye düşünüyorum. Açıkçası hem senaryo yazma hem de yönetmenlik yapma yeteneğim olsa ben de böyle bir yol seçmek isterdim. Ancak şunu düşünmeden de edemiyorum; tek bir alan üzerine yönelse şu anki başarısından daha ileri bir noktada olabilir miydi?
Filmle ilgili genel görüşlerimden sonra “bize tavsiye eder misin?” veya “beğeni listene ekledin mi?” diye soracak olursanız; Filmi beğendim veya beğenmedim olarak değerlendiremiyorum çünkü bence filmin amacı beğeni toplamak değil. Yarattıkları dünyanın bir parçası olarak izleyicinin de orada var olması isteniyor. “İspanyol pansiyonu” seni oraya dahil etmek ve kendini o pansiyondakilerden biri gibi görmeni istiyor. Orada onlarla o günleri birlikte geçiriyorsunuz. Onların kalabalığına karışmanıza ve fikrinizi sunmanıza izin veriliyor. O grupla birlikteyken kimsenin sizi yargılamayacağını bilme fikri çok iyi hissettiriyor. Siz de bir süreliğine bu gruba dahil olmak isterseniz şimdiden iyi seyirler dilerim.
L’auberge Espagnole: Paris’ten Barselona’ya Erasmus Günleri