Columbus: Kaybolmak ve Yeniden Bulunmak
Kogonada’nın ilk filmi Columbus (2017), benim için oldukça özel bir yere sahip. Sadece ilk film olarak değil, herhangi bir filmografide bulunmasını bile yeterince etkileyici bulduğumu ilk olarak belirtmek istiyorum. Dingin anlatısıyla ve kusursuz sinematografisiyle, hayattan bir buçuk saatliğine huzurlu bir kaçış bu film benim için. Kısa ama derinlikli karşılaşmaları anlatan filmlere karşı zaafı da olan bir izleyici olarak, Columbus en sevdiğim filmler arasında yer alıyor diyebilirim.
Hikaye, Casey (Haley Lu Richorson) ve Jin (John Cho) karakterlerinin Indiana’nın Columbus şehrinde tanışıp geçirdikleri birkaç günü ele alıyor. Casey, Columbus’ta annesiyle yaşıyor. Daha doğrusu, annesine göz kulak olma sorumluluğu altında hissediyor. Dolayısıyla erken büyümek zorunda kalmış genç bir kadın. Liseden mezun olmuş fakat üniversiteye gitme fikrini pek de ciddiye alabildiği bir noktada değil. Mimariye karşı oldukça tutkulu fakat annesinin sorunları nedeniyle hayallerini ertelemek durumunda.
Diğer taraftan Jin, normalde Seul’de yaşayan bir çevirmen. Mimarlıkla ilgili bir söyleşi vermek için Columbus’ta bulunan babasının hastaneye kaldırılmasıyla Columbus’a geliyor. Jin ise mimariyle pek de ilgili birisi değil. “Bir şeyin etrafında büyüyünce o şey sana önemsiz geliyor” diyor. Babasıyla olan mesafeli ilişkisi de etkili tabii. Aralarındaki uzak ilişki dolayısıyla üstünde bir kırgınlık var. Bir yıldan uzun süredir konuşmamışlar dediğine göre. Babasının, işini ve öğrencilerini hep birinci planda tuttuğunu düşünüyor. Bu yüzden Seul’deki hayatını durdurup Columbus’ta babasının iyileşmesini beklemek ona zor geliyor çünkü dediğine göre babası Jin için hayatını hiç duraklatmamış.
İkilinin arkadaşlığı, Casey’nin, gergin bir telefon konuşması yapan Jin’e sigara uzatmasıyla başlıyor. Bu şekilde aralarında başlayan sohbetin zamanla daha kişisel bir hal aldığına şahit olmaya başlıyoruz. Jin, babasını hastanede ziyaret etmek yerine günlerini Casey ile şehirde mimari turlar atarak geçirmeyi tercih ediyor. Bu plansız turlarda Casey, Jin’i en sevdiği binalara götürerek onunla mimariye olan tutkusunu paylaşıyor. Jin ise turistik bir rehberlikten çok daha fazlasını bekliyor; bir binanın Casey için neden önemli olduğunu, onu hangi duygularla bağladığını duymak istiyor.
Jin, Casey’den yaşça daha büyük fakat bu yaş farkı hiç de göze batmıyor. Aralarında doğal bir samimiyet var. İkisi de aile konusunda acı verici duygulara sahip. Jin ve Casey’nin hikayesi romantik bir anlatıya kaymadan, karşılıklı anlayış ve destek üzerine kurulu bir ilişkiyi anlatıyor. Birbirlerine bu noktada ayna tutuyorlar aslında. Casey, Jin’in babasıyla olan ilişkisini sorgulamasına neden oluyor. Jin ise Casey’nin mimariye karşı sahip olduğu bu tutkuyu göz ardı etmemesi gerektiği konusunda ısrarcı.
Filmde de “mimarinin Mekkesi” olarak tanımladıkları şehir Columbus, burada üçüncü bir karakter gibi aslında. Açıkçası bu film sayesinde Columbus en çok ziyaret etmek istediğim yerler arasında ilk sıralara yerleşmiş oldu. Kogonada, sıkça statik çekimler kullanarak Columbus’un modernist mimarisini bir fotoğraf albümü gibi sunuyor filmde. Hareketsiz kamera açıları sayesinde her kareye daha uzun bakmamıza izin vererek, biz izleyicilere de Columbus’taki binaların içsel anlamlarını keşfetmemize olanak sağlıyor.
Oyunculuklara gelirsek, Haley Lu Richardson ve John Cho’nun performansları filmi bambaşka bir seviyeye taşıyor. Richardson, Casey’nin içinde bulunduğu sıkışmışlığı, annesine duyduğu sevgiyi ve kendi istekleri arasında kaldığı çatışmayı inanılmaz bir doğallıkla yansıtıyor. Onun mimariye olan tutkusunu her sahnede hissediyoruz. John Cho ise Jin’in babasına olan öfkesini ve kırgınlığını büyük patlamalara ihtiyaç duymadan, sadece bakışları ve duruşuyla bile anlatabiliyor. Aralarındaki kimya, Columbus’u romantik bir hikâyeye çevirmeden, derin ve anlamlı bir bağ kurmalarını sağlıyor.
Mimariye duyulan hayranlıkla örülü bu hikâye, bir yandan da kişisel çatışmaları, ertelenen hayalleri ve sorumlulukların ağırlığını taşıyor. Film, kısa karşılaşmaların bazen uzun dostluklardan bile daha derin izler bırakabileceğini hatırlatıyor. Columbus, mimariyi bir karakter gibi kullanarak sadece bir şehirde geçen bir hikâye anlatmıyor; aynı zamanda o şehrin ruhunu da hissettiren nadir filmlerden biri. Kogonada’nın sakin, minimalist anlatımı ve karakterlerin iç dünyasına yaptığı derin yolculuk, filmi sıradan bir drama olmaktan çıkarıyor ve izleyiciye dingin ama etkileyici bir deneyim sunuyor. Columbus, görsel olarak büyüleyici, duygusal olarak da son derece dokunaklı bir film.
Columbus: Kaybolmak ve Yeniden Bulunmak