Hysteria: Hafızanın Katliamla İmtihanı
Bu yazı, kısmen de olsa spoiler içermektedir.
Histeri nedir? Histeri; psişik veya motor bozukluklar, özellikle duygusal reaksiyonlarda taşkınlık, ani sinirlenme, hareket bozuklukları, geçici kişilik değişimi ve günlük hafıza kaybı gibi çeşitli sistemlere ait bir bozukluktur.
Bu hastalığın adını alan Hysteria filmi de, aslında toplumsal bir travmayla yüzleşmenin ve onu hatırlamanın ötesinde, sinemaya, sansüre ve katliama dair yarı açık bir eleştiridir. 2019 yılında Oray filmiyle tanıdığımız Türk asıllı Alman yönetmen Mehmet Akif Büyükatalay’ın yönettiği ve senaryosunu yazdığı ikinci filmdir. Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde prömiyerini yapan bu film, İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale için yarışıyor.
Filmin başrollerinde Devrim Lingnau, Aziz Çapkurt, Serkan Kaya ve Nicolette Krebitz yer alıyor. Film, 30 yıl önce yaşanan bir katliamın filmini çeken bir ekip tarafından, bir Kur’an kitabının yakılması sonucu doğan skandalı ele alıyor. Dün, bugün ve yarın İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen bu film, 2 Mayıs’ta da Chantier Films dağıtımıyla vizyona girmeye hazırlanıyor. Şimdi, bu karanlık hikâyeye sizi şöyle bir alayım diyorum.
1993 yılında, neo-Nazi bağlantıları olan dört Alman erkek, Solingen’de bir evi kundaklıyor ve bu kundaklama sonucu beş Türk hayatını kaybediyor. Türk asıllı Alman yönetmen, bu katliamı hatırlamak ve hatırlatmak amacıyla bu filmi çekiyor ve çekimin son gününde paydos veriliyor. Fakat çekim sırasında gerçek bir Kur’an kitabı da yanıyor; işte bu noktada yönetmen, ırkçılıkla suçlanıyor. Ancak filmin prodüksiyon stajyeri Elif (Devrim Lingnau), bu olaya karışan herkesin gerçek niyetinin bambaşka olduğunu fark ediyor.
Hikâyeyi üç açıdan ele almak lazım:
Öncesinde söylemeliyim ki bu anlatacağım hikâyede spoiler var, bilginiz olsun.
Birincisi, hikâye bizi yabancılık, ırkçılık ve geçmişin toplumsal yarasıyla yüzleşmeye davet ediyor. Katliam filminin çekimi ve kutsal kitabın yakılması sonucunda herkesin birbiriyle hesaplaştığına ve birbirlerine din ile ahlak silahları çektiğine şahit oluyoruz.
İkinci olarak, olay sinemanın ve çekilen filmin sansürle imtihanını gözler önüne seriyor. Çünkü bir sahnede kasetlerin çalındığını görüyoruz. Üçüncü olarak ise güvensizlik korkusu; ki bence bu filmin en özel yönlerinden biri bu. Bu dünyada iğnenin ucu insana dokunduğunda, bir insanın kendi sevdiklerinden bile kuşkulanması kaçınılmaz olabiliyor.
Bu yönleriyle hikâyeyi anlamaya çalıştığımda, şu gerçekleri gördüm filmi seyrederken: Kullandıkları histeri kelimesi bu filme, bence bir giysi gibi yakışıyor.
Birincisi, toplumsal yaralar konusunda iğnenin ucu insanlara dokunduğunda filmdeki ani sinirlenmeler bu ismin hakkını veriyor.
İkincisi, günlük hafıza kaybı; bir mecaz olarak aslında yaşadığımız acıyı “bugün var, yarın yok” tarzı cümlelerle unutuyor ve hayata devam ediyoruz. Toplumsal yarayla yüzleşmekten korkmak ve kimseye güvenmemek… Bu filmin hikâyesi, başlı başına sert bir gerilim yaratmaya yetiyor.
Yazının sonunda tekrar değineceğim ama bu film, hikâye açısından Michael Haneke’ye saygı duruşunda bulunmayı ihmal etmiyor.
Peki, görselliğe ne demeli?
Bu kadar hikâyeden bahsettik, şöyleydi böyleydi derken… Görsellik açısından oldukça gerçekçi. Arşiv görüntüleri ve sosyal medyada çekilen görüntüler bu tarz olayların yaşandığını vurgularken; özellikle yakın plan çekimler ve kamera açıları, yaşanan gerilimi daha da tırmandırıyor.
Müzikler/ses tasarımı ise takdire şayan mı acaba?
Değil, değil. Ama filmin gerilimini hissetmemizi sağlayan müzikler var mı? Evet. Filmin hikâyesine ve amacına hizmet ediyor mu? Evet. Karakterler arasında sesler yükseldiğinde biz geriliyor muyuz? Evet. E o zaman, buna kötü demek için bir sebep yok. Sağlam, hikâyeye uygun müzikleriyle sizi adeta hipnoz ediyor.
Oyunculuklar konusunda ise söylenecek çok şeyim yok.
Filmin oyuncuları performansları bakımından ne çok iyi ne de çok kötü. Yani, bu filmdeki herkes bir tık kalburüstü. Filme ne çok derinlik katıyorlar ne de çok sığlaştırıyorlar; tam ortasında diyebilirim. Ama oyunculukları filmle bizim aramızda bağlantı kurmayı pek başaramamış gibi.
Ama bir tek Mustafa rolünü canlandıran Aziz Çapkurt benim favorim oldu. Babacan bakışı, kucaklayıcı tavrı ve hakkını ve dinini savunan bir karakterin portresini kesinlikle sağlam bir şekilde çiziyor ve rolünün hakkını veriyor.
Hızlıca toparlayacak olursam:
Hysteria, kelimenin tam anlamıyla bizi 30 yıl önceki katliamı hatırlamaya, onun acısını hissetmeye ve adeta histeri geçirmeye davet ediyor. Estetik açıdan Michael Haneke’ye (özellikle Cache, 2005) saygıda bulunurken, toplumsal hafızanın ve toplumsal acının imtihanını gözler önüne seriyor. Yarışmanın belki de en çok tartışma yaratacak ve seyircisini sarsacak filmi olma potansiyeline sahip. Festivalde kaçırırsanız, 2 Mayıs tarihinde sinemalarda olacak.
Puan: 3,5/5
Hysteria: Hafızanın Katliamla İmtihanı