Dreams (Sex Love): Kayıp Giden Duygular
Dag Johan Haugerud’un Sex, Love, Dreams üçlemesinin 44. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen son halkası Dreams, yönetmenin insan ilişkilerine dair kurduğu anlatıların bir yenisi. Hayatın belli dönemlerinde kazanılan veya kaybedilen duygulara yoğunlaşan üçleme, birbirleriyle tematik bağlar kuran filmlerden oluşuyor. Çağdaş sinemanın kurallara meydan okuyan yapısını kullanan Haugerud, son derece insani birer anlatıma sahip öyküler üzerinden seyircide derin bir empati hissi uyandırmayı amaçlıyor. Sex’te iki adamın kimlik keşfini, Love’da ise bekar bir kadının cinsellik ile kurduğu ilişkiyi izlediğimiz üçlemenin Altın Ayı ödüllü son filmi Dreams, seyirciyi ilk aşkı deneyim eden liseli bir kızın zihnine davet ediyor.
Film, ana karakterimiz Johanne’in sahip olduğu “araftalık” hissini bize bazı analojiler eşliğinde anlatmasıyla açılıyor. Karakterin dış sesi ve hayatından kısa kareler birbiri içinde erirken seyirci olarak Johanne’in dünyasına her saniye daha da yaklaşıyoruz. Karmaşık duygularına dair az çok bir özdeşlik kurduğumuz karakterin düşünceleri, okuldaki öğretmenine âşık olduğunu fark edince daha da bulanıklaşmaya başlıyor. Haugerud, farklı zaman dilimlerini iç içe geçirerek karakterin anlatımı eşliğinde oldukça akıcı bir seyir sunuyor. Ortaya hiçbir şekilde acele etmeyen, bolca nüansla bezeli ve son derece gösterişsiz bir film çıkıyor.
Haugerud’ün her açıdan işleyen bir büyüme hikayesi oluşturmasındaki en büyük başarısı, bana kalırsa olağanüstü incelikteki diyalog yazımı. İnandırıcı olmayı her an yitirebilecek bir konusu olmasına rağmen Dreams, dikkatle gözlemlenmiş duygusal süreçleri tüm gerçekliğiyle ekrana yansıtıyor. Çoğu zaman perdede kendinizden parçalar bularak Haugerud’ün bu duyguları kapsüle etme becerisine hayran kalıyorsunuz. Ancak elbette yönetmenlik açısından tek etkileyici olan kısım, senaryonun özüne sadık bir biçimde canlandırılmış olması değil. Haugerud; aynı zamanda Johanne’in hayatındaki dönem geçişlerini, kadrajı yeşile bürüyerek veya karakterlerin gördüğü rüyalardan yararlanarak sembolize ediyor. Şahsen bu biçimci denemelerin daha efektif şekillerde yapılabileceğini düşünsem de, senaryonun duygusunu sahneler arasında yumuşak bir şekilde taşıyabildiklerini itiraf etmeliyim.
Filmin beklenmedik katmanlar kazandığı kısım ise Johanne’in yaşadıklarını yazıya dökmesi ve kitap olarak basması ile gerçekleşiyor. Önceden tüm sadeliği ve saflığıyla gördüğümüz duyguların karakter tarafından metinde tasvir edilme şekilleri, anlatıda ilginç açılımlar yaratıyor. Mesela, Johanne’in anne ve anneannesi de bu metni okuyor ve -daha önceden onları pek tanımamış olmamıza rağmen- beklenmedik şekilde senaryoda öne çıkmaya başlıyorlar. Johanne’in betimlediği saf duygular, ailesinde önce bir rahatsızlık oluştursa da, sonradan okudukları metinden etkilenerek zamanında sahip olup şimdi kaybettikleri hislerin yasını tutuyorlar. Haugerud, akışkan ve serbest senaryo stilini bozmayarak bu açılımların da peşine takılıyor ve böylece hikâyede panoramik bir bakış yakalıyor.
Filmin geri kalan kısmında Johanne’in öyküsünü kitabı okuyan aile üyeleri ile beraber takip ediyoruz. Yaşanan olaylar, Johanne ve ailesi haricinde kitaptaki yansımaları üzerinden de başkalaşım yaşıyor ve yeni perspektifler kazanıyor. Bu açıdan Haugerud, oluşan meta düzlemi usulca ve aşırıya kaçmadan kullanarak dokunaklı ve incelikli bir hikâye örüyor. Daha çok üçüncü perdede girişilen bu anlatımdan daha çok yararlanılabileceğini ve daha kapsayıcı bir yaklaşım oluşturulabileceğini düşünsem de, yönetmen böyle bir yola girmiyor.
Onun yerine, belli deneyimlerin hayatımızda ne kadar yer edeceğini bilmediğimiz, bunu hesaplamaya çalışırken de durmadan geçmişe saplandığımız o çıkmazın yalın bir tasvirini yapıyor. Karakterin hikayesini kendi başına tayin edebilme gücüne güvenerek yaşananları gereğinden fazla yorumlamıyor, anlatıcı olarak kendini geride tutuyor. Böylece filmin içindeki her şey, yazılar akıp gitse de bir şekilde yaşamaya devam ediyor.
Dreams (Sex Love): Kayıp Giden Duygular