Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Death on the Nile: Ruhunuzun İçine İşleyen Sıkıcılık

Death on the Nile: Ruhunuzun İçine İşleyen Sıkıcılık

Yazar: Sadık Dişli

Death on the Nile: Ruhunuzun İçine İşleyen Sıkıcılık

Agatha Christie romanlarının meşhur karakteri Hercule Poirot’a ikinci kez hayat veren Kenneth Branagh, Murder on the Orient Express’te olduğu gibi bu filmin de yönetmenlik koltuğunda oturuyor. İlk filmde olduğu gibi, Death on the Nile’ın oyuncu kadrosu merakımızı arttırmıştı; Armie Hammer, Emma Mackey, Gal Gadot, Annette Bening, Russell Brand, Tom Bateman ve Letitia Wright posterde adı geçen oyuncuların sadece yarısını oluşturabiliyor.

Romanı okuyan ya da 1978 yapımı uyarlamayı izleyen sinemaseverler filmin konusuna aşina olacaktır, filmimizin konsepti zaten bilindik. Hercule Poirot, gittiği her yere de bir cinayet vakası armağan eden bahtsız bir dedektif iken, bunların bir yenisine de Nil Nehri’nde karşılaşacaktır. Balayında olan Linnet çiftini bir cinayet beklemektedir. Bu cinayet gizemini ise ancak gemide bulunan Poirot çözebilecektir…

Christie’nin en ünlü romanı olan Murder on the Orient Express, efsane yönetmen Sidney Lumet tarafından 1974 yılında beyazperdeye uyarlanmış ve gelmiş geçmiş en meşhur gizem öykülerinden biri olmayı başarmıştı. Haliyle Kenneth Branagh gibi bir yönetmenin hem Poirot’u oynayacak olması hem de yıldızlar kadrosunu da ekleyerek filmi yönetecek olması sinemaseverlerin büyük çoğunluğunun ilgisini çekmişti. Orient Express, alışılageldik ‘’katil kim?’’ konseptini içerse de beklenmedik finaliyle akıllarda yer eden orijinal bir hikayeydi. Filmi beğenmeyen büyük bir kesim olsa da şahsen filmin etkileyici sinematografisi, yıldızlar geçidi ve muhteşem gözüken prodüksiyonu benim salondan mutlu bir şekilde ayrılmamı sağlamıştı… Keşke aynı şeyleri Death on the Nile için de söyleyebilseydim.

Kenneth Branagh, yönettiği Belfast filmiyle bir ödül töreninden diğerine koşarken sanıyorum ki Death on the Nile’a özen göstermeyi unutmuş. Film bittiğinde salondan mutlu ayrıldım, bunun da sebebi kesinlikle filmin sonunda bitmesiydi. Branagh, ne senaryoyu beyazperdeye geçirebilmiş, ne oyuncularından verim alabilmiş, ne de kurguya bir müdahale edebilmiş. İlk filmin iyi yanlarından birisi sinematografi ve prodüksiyon kalitesi idi, bu filmde ise kaç kez yeşil ekran faciası gördüğümü sayamadım bile. Branagh, zaten olumlu eleştirileri toplamakta zorlandığı ilk filmin ardından ortaya böyle bir iş çıkarınca da, film ne izleyiciler tarafından sevildi ne de eleştiri camiası tarafından. Ben bu satırları yazarken Death on the Nile, bütçesini çıkarmak için çaba gösteriyor. Murder on the Orient Express, 352 milyon dolarlık bir gişe performansı gösterip bütçesini altıya katlamıştı ancak Death on the Nile için bu sayılar şu an hayalden başka bir şey değil.

Klasikleşmiş uyarımızı yapalım; yazımızın bundan sonraki kısmı filme dair spoilerlar içerecek. Spoiler yemek istemiyorsanız yazımızın son paragrafına bakabilirsiniz.

Öncelikle söylemek istediğim, filmin kurgusunun inanılmaz düzensiz olduğu. Filme girmeden önce bir cinayet işleneceğini biliyorsunuz, film başladığında bir cinayet işleneceğini biliyorsunuz… Filmin ilk yarısında olmuyor bu ölüm. Sürekli perdeye bakıyorsunuz ve filmin başlamasını bekliyorsunuz lakin bu o kadar uzun sürüyor ki haliyle filmin ilk yarısı sona erdiğinde koltuğunuzda sıkılmış bir izleyici olarak bulunuyorusunuz. Death on the Nile, zaten parlamayan senaryosuna bir de temposuzluğunu ekleyince de film hakkında olumlu konuşmak gerçekten de çok zor bir hale geliyor. Branagh her ne kadar Poirot karakterinin geçmişini bizlere yansıtmaya uğraştıysa da hala karşımızda bağlantı kuramadığımız bir yabancı bulunuyor. Üstelik filmin ses departmanındaki devasa sıkıntıları, kulağa boğuk gelen diyaloglar, ayan beyan yeşil perdenin önünde çekilmiş ucuz duran görüntüler de filmden amiyane tabirle soğumamı hızlandırmış oldu. Murder on the Orient Express’e kıyasla da, bu filmin sonu gerçekten de tahmin edilebilir olunca da zamanınızın boşa gittiğini hissedebiliyorsunuz.

Üzerinden beş yıl geçse de, ben hala ilk filmin sonundaki oyunculuk performanslarını hatırlayabiliyorum; özellikle de Michelle Pfeiffer’ın tiradını. Death on the Nile’da ise sinema salonundan çıktıktan yarım saat sonra aklımda bir performans kalmamıştı. Filmin başrolünün, oyunculuk kariyeri korkunç iddialar eşliğinde sona eren Armie Hammer olması zaten dikkatleri dağıtan bir unsur iken, diğer oyuncular öne geçmeyi başaramamış. Sinemaseverlerin tepkisini çeken, aşı karşıtlığı yapmasıyla bilinen Letitia Wright da olumlu konuşabileceğim kişilerden biri olmamış. Branagh, bu filmde gerçekten de büyük bir potansiyeli elinin tersiyle itmeyi başarmış.

Toparlamak gerekirse, Death on the Nile hem gişede hem izleyicilerin gözünde hem de eleştiri yorumlarında tamamen dibe çakılan başarısız bir film olmuş. İlkinden bile daha olumsuz hatırlanacak olan bu filmde Kenneth Branagh oldukça başarısız bir yönetmenlik performansı sergilemiş, filmin bütün etmenleri tabiri caizse tel tel dökülüyor. Benim sizlere tavsiyem, bu filme bilet parası vermeyip 1978 yapımı ilk Nile uyarlamasını izlemeniz; çünkü karşımızda gerçekten de para tuzağı ve ayıracağınız zamanı haketmeyen sıkıcı ve kötü bir film bulunuyor. Sinemaseverlerin temennisi ise, Branagh’ın Poirot karakteri ile vedalaşması; çünkü günden güne orijinal materyale zarar veriyor

Death on the Nile: Ruhunuzun İçine İşleyen Sıkıcılık

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...