Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Bones and All: Aşkın En Kanlı Hali

Bones and All: Aşkın En Kanlı Hali

Yazar: Ceren Tunalı

Bones and All: Aşkın En Kanlı Hali

İlk duyduğum andan beri dört gözle beklediğim Luca Guadagnino’nun yeni filmi Bones and All sonunda vizyona girdi. İlk kez Venedik Film Festivalinde seyirci ile buluşan film, alışılmadık hikayesi ile izleyicileri ikiye bölmüştü. Bir kısım filmdeki kan ve yamyamlık unsurlarından rahatsız olduğu için filmi topa tutsa da değişik işler görmeyi seven hatırı sayılır bir çoğunluk da filmi oldukça beğenmişti. Şahsen büyük beklentilerle gittiğim film beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı desem sanırım abartmış olmam.

Camille DeAngelis’in aynı adlı romanından uyarlanan film, küçüklüğünden beri değişik dürtüleri olan ve daima farklı ve dışlanmış hisseden Maren(Taylor Russell)’in yolunun aslında tıpkı kendisine benzeyen özgür ruhlu Lee(Timothée Chalamet) ile kesişmesiyle birlikte ikisinin de kendisini ve aşkı keşfettiği bir yolculuğu anlatıyor.

Babası ile beraber yaşayan Maren’in annesi doğumundan hemen sonra onu terk eder. 18 yaşına yeni giren Maren annesini bir kere bile görmez. İlk başta kızına karşı aşırı korumacı sandığımız babası ise aslında çevredekileri kızından korumaya çalışır. Maren’in alışılagelmedik dürtüleri yüzünden sürekli taşınmak zorunda kalırlar ve artık 18 yaşına geldiğinde buna daha fazla devam edemeyeceğini düşünen babası Maren’i terk eder. Geride her şeyi anlattığı bir kaset ve doğum belgesi bırakır. Bu şekilde annesini bulma yolculuğuna çıkan Maren bu yolculukta yalnız olmadığını ve aslında kim, daha doğrudu “ne” olduğunu keşfeder. Maren bir “yiyici” olarak tahmin ettiğinden daha çok kişinin kendisine benzediğini ve birbirlerini kokularından tanıyabildiklerini yaşlı bir yiyici olan Sully’den öğrenir. Bir türlü Sully’ye güvenemeyen Maren annesini bulmak için yolculuğuna devam ederken, Lee ile yolları kesişir. Lee’de farklı bir şeyler vardır. Bu özgür ruhlu çoçuğa kendisini bir anda yakın hisseden Maren artık bu yolda yalnız değildir. Dışarıdan çizdiği havalı duruşunun altında bir bakıma suçluluk ve yalnızlık duygusu barındıran Lee bu yönlerini açmaya başlar. Maren, yolculuk boyunca olduğu şeyi kabullenmeye ve alışmaya çalışır. Hayatları boyunca ihtiyaç duydukları yakınlık ve aitlik hissi ikiliyi daha da çok yakınlaştırır. Ne olduklarını saklama gereği duymadan bir başkası tarafından görülme ve kabul edilme isteği uzun süredir karşılanmayan Lee ve Maren derin bir bağ kurmaya başlar.

Film, zaman zaman kişiyi rahatsız edecek derecede kanlı sahneleri barındırması ve sıradışı bir anlatıma sahip olmasıyla beraber aslında bütün “garip ve dışlanmış” kişilerin kendisinden bir iz bulacağı bir yapım. Yamyamlık özeline indirgense de aslında hissedilen ve yaşanılan şeylerin kimileri için çok da yabancı olduğunu düşünmüyorum. Her işinde farklı bir dil kullanan Guadagnino yine aslında birçoğumuzun yaşadığı bu hisleri, nevi şahsına münhasır dili ile aktarmayı başarmış. Zaten onu bu yüzden sevmiyor muyuz? Nasıl yapıyor bilmiyorum ama hem kişiyi derinde bir yerlerde rahatsız etmeyi, utandırmayı hem de empati kurdurmayı çok iyi başarıyor. Dolayısıyla filmleri hep tartışılıyor ve izleyiciyi ikiye ayırıyor. İnanılmaz bir estetik duygusuna da sahip olan Guadagnino yine seyirciye hünerlerini sergilemekten kaçınmamış. Çektiği her işi nasıl bu kadar şiirsel yaptığı da ayrı bir hayranlık konusu. Tabii ki her yönetmenin kendisine aynı ahenkle eşlik edebilecek oyunculara da ihtiyacı var, Timothée ve Taylor bunun altından oldukça iyi kalkmış. Zaten Luca ve Timmy’nin uyumu artık herkes tarafından bilinen bir gerçek. Taylor bu ikiliye hemen uyum sağlamış gibi duruyor. Oyuncuların kendilerini rahat hissettikleri o kadar belli ki, film akıp gidiyor. İşlenen temaya rağmen her şey gerçekçi ve çabasız gözüküyor. Belki de Guadagnino sinemasında en çok sevdiğim unsur da bu.

Timothèe Chalamet, son zamanlarda çok yapımda yer aldığı için bazı kişilerin eleştirilerine maruz kalsa da, ben yer aldığı yapımları özenle seçtiğini ve hakkını vererek oynadığını düşünen grupta yer alıyorum. Her ne kadar Timmy’yi artık sıska ve tuhaf çocuk olarak görmekten biraz sıkılmış olsak da bence bu filmdeki performansıyla tamamen farklı bir seviyeye çıkmış. Bunun yine Guadagnino ile kendini rahat hissetmesinden kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Taylor’ı sanırım ilk defa başrolde görüyoruz. Buna rağmen performansı oldukça göz doldurucu. Call Me by Your Name bize Timothée Chalamet’yi kazandırmıştı, Bones and All da bize Taylor Russell’ı kazandırdı. Bu ikilinin yanı sıra Mark Rylance ve Michael Stuhlbarg’ın performanslarına da değinmeden edemeyeceğim. Özellikle Mark Rylance “Sully” karakterini yaşamış resmen, mükemmel bir performans sergilemiş.

Bir grup izleyici tarafından aşırı kan ve yamyamlık sahneleri yüzünden ağır eleştiriler alsa da benim için Bones and All; sıra dışı senaryosu, sanatsal dili, seyirciyi etkileyen oyunculuklarıyla farklı yapımlar görmeye hasret kaldığımız bu dönemde ilaç gibi geldi. Sinema salonundan karışık duygularla çıktığımız nice filmlere, özletme kendini Guadagnino…

 

Bones and All: Aşkın En Kanlı Hali

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...