Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri 42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #2: Saint Omer – Passages – Slow

42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #2: Saint Omer – Passages – Slow

Yazar: Tunahan İbiş

42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #2: Saint Omer – Passages – Slow

 Herkese merhaba! 42. İstanbul Film Festivali, açılışını yaptığı 7 Nisan’dan sonra konuklu gösterimler ve sektörün müdavimleri ile yapılan paneller düzenleyerek daha da bir canlandı. Ben de bu yoğun program arasında yakaladığım ve hakkında yazmak istediğim filmler ile izlenimlerime kaldığım yerden devam ediyorum. Bu kez, bir süredir kulaktan kulağa yayılarak ünlenen mahkeme draması Saint Omer, toksik bir aşk üçgenini anlatan Passages (Pasajlar) ve alışkın olmadığımız bir ilişki etrafında dönen Slow (Yavaş) üzerine yazıyor olacağım. İyi okumalar dilerim.

  • Saint Omer

Alice Diop’un Venedik’teki prömiyerinden beri kulağımıza çalınan ilk uzun metrajının açılışı, Hiroshima Mon Amour’un 50’lerin kadın hakları üzerinden ele alındığı bir derse ait. Konuşmayı yapan Rama, aynı zamanda yükselişte bir yazar ve Medea mitinin modern bir uyarlamasını yazmak için hazırlık halinde. Ancak Saint Omer, beklenmedik bir şekilde tüm bu detayları bir kenara bırakıp Rama’nın ilham edinebilmek için gittiği bir mahkemeyi mesken ediniyor kendine. Filme ismini veren Fransa şehrindeki bu mahkeme; duruşmayı kaybedeceğine çoktan kesin gözüyle bakılan, on beş aylık kızını öldürmüş Laurence adlı bir kadın etrafında şekilleniyor. O an anlıyoruz ki, Rama filmin öznesi değil, aynı bizim gibi izlediklerini anlamlandırmaya çalışan bir seyirci artık.

Saint Omer’in kurduğu anlatıyı böylesine hızlı bir şekilde terk etmesinin ardında tuhaf bir paralellik yatıyor aslında. Bu, Rama’nın yeni kitabının uyarlandığı Medea miti ile mahkemenin aşırı bariz benzerliğinden değil, çok daha beklenmedik bir yerden doğuyor. Diop’un derdi en temelinde bir seyir olarak ele aldığımız medyumların, bazen bir sinema filminin bazense bir duruşmanın, gizliden gizliye kendi içimizde nasıl eklemlendiğine, bizimle hangi yollarla iletişim kurduğuna dair. Bir jüri üyesi ile film seyircisini aynı kefene koyuyor bu yönüyle. Rama ve Laurence, mahkeme boyunca bir kez bile birbirleriyle konuşmamalarına rağmen aralarından birinin reddettiği için kendini savunmak zorunda kaldığı, diğerinin ise henüz yeni atılacağı annelik mirası üzerinden anlaşıyorlar. Diop, ilk başta anlatıdan oldukça kopuk bir şekilde önümüze sürdüğü mahkeme sekanslarını öyle güçlü bir bağlamda kullanıyor ki, filmin Laurence ile sayısı ikiye çıkan karakterleri, en sonda jüri ve seyirci arasındaki tüm kadınları kapsar hale geliyor. Baştan beri izlediğimiz, ne sadece Rama’nın ne de Laurence’ın hikâyesi çünkü. “Bir dönemi tanımlamak, uyarlamak ya da anlamak için herkese ihtiyacın var.” Diyor Diop.  Saint Omer, harika metni ve duru yönetmenliğiyle şu ana dek festivalde izlediğim en iyi film ve bu kolay kolay da değişmeyecek gibi duruyor.

  • Passages

Birkaç sene önce Franz Rogowski, Ben Whishaw ve Adèle Exarchopoulos’un aynı filmde yer alacağını söyleselerdi herhalde inanmazdık. Bu ekibin Little Men’den beri gözden kaybolmuş Amerikan bağımsız yönetmeni Ira Sachs’in öncülüğünde toplanması çok daha büyük bir sürpriz oldu hatta. Passages, aralarından biri bir kadına âşık olunca artık pek de iyi anlaşamayan gay bir çiftin toksik bir ilişki üçgeni kurmaya başlamasını anlatıyor. Sachs, büyük şehirler içinde kaybolup giden veya birbirlerine yabancılaşan karakterlerini bu kez Fransa’da mercek altına alıyor ve belki de şu ana kadarki en iyi filmine imza atıyor.

Passages’ı izlerken seyircide oluşan en yoğun duygu, sanıyorum karakterlerin bir merkez noktası etrafında nasıl bir denge kurmaya çalıştıklarıyla ve aslında kuramadıklarıyla ilgili. Petzold filmlerinden hatırladığımız Franz Rogowski’nin ortasına oturtulduğu bu ilişki yumağında aslında hiç beklenmedik bir şey gerçekleşmiyor. Biri birini, biri ise bir başkasını seviyor ve ilk terk eden kişi yine geri dönen oluyor. Fransa belki bu yüzden hep aynı iç ve dış mekânlarıyla gördüğümüz, bir türlü karakterlerden gözümüzü ayırıp takip edemediğimiz bir yer haline geliyor film boyunca. Küçük sarsıntıların büyük depremler doğurduğu anlar arasında sıkışıp kalıyoruz, ne olacağını bile bile hem de. Buradan bence yeterince yoğun olmayan bir mizah da çıkarıyor Sachs ama sürekli bir başkasının hayatını mahveden bir adamı didiklemekten de geri durmuyor. Passages’ın gerçekten de bakmaktan kendinizi alamadığınız cazip ve zehirli bir dünyası var ve Mubi’de yayınlandığında daha birçok insanı girdabına çekmeye devam edecek. Kesinlikle kaçırmayın.

 

  • Slow

Sundance’teki açılışından sonra İstanbul’a da uğrayan Slow, Richard Linklater’ın Before üçlemesindeki hafif romantizmi andırarak başlıyor. Ana karakterleri Elena ve Dovydas; birbirlerini önce bir bale salonunda, sonra da uzun uzun yürüyüşlerine eşlik eden sokak kaldırımlarında tanıyorlar. Yönetmen Marija Kavtaradze, 16mm ile çektiği gündelik hayata birden düşen bu kıvılcımı harika bir anlayış ve sabır ile takip ediyor. Genellikle uzaktan seyreden kamerası çok diplerine girdiği anlarda ürküp geri kaçıyor ama sanki. Korunan bu mesafe ise Dovydas’ın aseksüelliği açıklandığında, dolayısıyla ilişkinin bir damarının baştan kopuk olduğunu fark ettiğimizde anlaşılıyor.

Kavtaradzei, beklenenin aksine içinde seks olmayan bir ilişkinin devam edip edemeyeceğine dair bir deney alanı olarak görmüyor Slow’u. Onun yerine ilk yarıda kurduğu mesafesini daha anlamlı hale getirip yalnızca çiftin yaşamlarına bir süreliğine konuk oluyor. Karakterlerin zıtlıklarını yalnızca Dovydas’ın cinselliği üzerinden değil, her iki tarafın da yaşam şekillerini karşılaştırarak anlamaya çalışıyor. Nasıl uyandıkları, çamaşır serdikleri, dansa kalktıkları, öpüştükleri, sarıldıkları… Kavtaradze, tüm bu ifade biçimleri sayesinde başroller arasından olağanüstü bir kimya çıkarıyor. İlk başta son derece geniş hissettiren bu bakışını –özellikle ikinci yarıda- aldatma üzerine odaklamasa ve karakterlerini daha geniş bir perspektiften inceleyebilse eminim etkisi daha büyük olurdu ama Slow, bence bu haliyle de son yılların en organik ilişki filmlerinden biri.

42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #2: Saint Omer – Passages – Slow

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...