Oxygen: Hızlıca Tükenen Umut
Heute Tension, Mirrors gibi akıllarda yer etmiş korku filmlerinin yönetmeni Alexandre Aja, bu sefer bir gerilim-bilim kurgu filmi ile karşımızda. Bir Netflix yapımı olan film, Fransız-Amerikan ortak kurgusu ve başrolde Inglourious Basterds’tan tanıdığımız Melanie Laurent var.
Filmin ana teması, hiç bilmediğin bir yerde; hiç bilmediğin bir bedende uyanıp, oksijenin neredeyse tükenmek üzere olduğunu görseydin ne yapardın? olarak özetlenebilir. Düşününce insanın tüylerini ürperten bir ana teması olan film, distopik bir evrende geçiyor. Tarih tam belli olmamakla birlikte, insanlığın artık üreyemediği ve klonlama işleminin bulunduğu; sözü geçen klonların kapsüllere koyulup yeni bir gezegen için uzaya gönderildiği ve derin uykuya yatırıldığı bir dönem. Aslında bütün bu klonlama işleminin ve biyomedikal tekniklerinin arkasında bir isim var: Dr. Elizabeth Hansen.
Filmin başında bir farenin bir labirent içinde dolaştığını görüyoruz. Farelerin insanoğlu tarafından deney ürünleri olarak kullanılması, bize filmin gideceği yönler ile ilgili ufak bir ipucu veriyor. Baş karakterimiz vücudu özel bir ağ ile sarmalanmış bir şekilde, burnu ve ağzı kapalı olacak şekilde yattığı uykudan, nefes almak için can çekişerek uyanıyor ve bulunduğu ağı yırtmayı başarıyor. Bir kapsülün içinde olduğunu anlaması fazla zamanını almıyor ve kapsülün sistemi M.I.L.O. ile film boyunca iletişim halinde oluyor.
Kim olduğunu öğrenmek isteyen karakterimiz; sistemin onu kaydettiği Omicron 267 ismi ile kimliğini arıyor ve sisteme sırasıyla sorular yöneltiyor; fakat aldığı cevaplar onu tatmin etmemekle birlikte, oksijeninin yüzdesini görüyor ve aldığı bilgiye göre en fazla 72 dakikası kaldığını anlayan başkarakterimiz, dışarı ile iletişime geçmeye çalışıyor.
Filmin gerilimi daha ilk dakikalarda seyirciye geçmeye başlıyor; çoğunlukla tek mekan hatta tek çekim açısı ile kurgulanmış film, sıkıcı olmaktansa ilgi çekici olmayı verdiği bu gerilim ile başarıyor. Karakterin kapsülünün nerede olduğu, hayal meyal hatırladığı anılarının gösterdiği hastanede mi; bir deney odasında mı, laboratuvarda mı, yoksa yerin altında mı olduğunu anlamaya çalışmakla beraber filmin içine girebiliyoruz. Başkarakterimiz oldukça akıllı, sisteme DNA’sını taratmasını söylüyor ve eşleşen kimlikle birlikte isminin Elizabeth Hansen, yani Liz olduğunu öğreniyor. Kendini araştırmasıyla çıktığı yolculukta, oldukça ünlü ve başarılı bir bilim kadını olduğunu ve klonlama gibi ahlaki değerlerden yoksun çalışmaları olduğunu da görüyor. Liz’in ayrıca bir kocası var: Leo. Ama yaşadığı hafıza kaybıyla beraber kim olduğunu o da bizimle birlikte görüyor, ya da görmeye çalışıyor.
Kapsülü açmayı denerken sistemin istediği kod onu bunu yapmaktan engelliyor ve dışarıyla iletişime geçmeyi deniyor. Polisi arayıp yerinin tespit edilmesini isteyen Liz, olacakların hiç farkında değil ve oldukça kafası karışmış halde. Oksijeni gittikçe azalıyor, kodu bulamıyor, iletişime geçtiği polisin yalan söylediğini düşünüyor ve uyanmasından sonra aklına sürekli eski hatıraları geliyor.
Film 1 saat 35 dakika gibi makul bir süreye sahip; fakat ilk yarım saati içerisinde bulunduğu yerden çıkıp geldiği yere ulaşabileceği, veya konunun başına gidebileceğini düşünen ben; bu konuda yanılmış olduğumu gördüm. Çünkü flashback sahneleri dışında film tek mekandan oluşuyor ve bütün yükü Melanie Laurent yükleniyor, ki bence güzel de götürüyor. Melanie Laurent filmde ölmek istemeyip ölüme doğru gitmeyi, bilinmezliği, çaresizliği oldukça iyi yansıtmış. Diyaloglar oldukça sade ve mantıklı; robot sistemle girilen yersiz konuşmalara filmde yer verilmemiş.
Bir süre sonra polisten cevap alamayacağını gören Liz, kocası Leo’ya ulaşmaya çalışıyor fakat bir kadın telefonu açıp ona cevap dahi vermeden telefonu kapatıyor. İşin içinde bir gariplik olduğunu fark etmeye başlayan Liz’i ise hiç ummadığı bir sürpriz bekliyor. Bir süre sonra karşıdaki kadın ile iletişime geçmeyi başaran Liz, keşke düşündüğü gibi yerin altına gömülmüş bir kapsülde olsaydım dedirtecek şeyi öğreniyor; oksijeni bitmek üzere bir kapsülün içinde, uzayın boşluğunda asılı halde olduğunu.
Bu noktadan sonra bana kapsülünün içinde hayatta kalmaya çalışan Dr. Ryan Stone’u, yani Gravity’i anımsatıyor film. Beğeneninin de beğenmeyenin de bol olduğu Gravity gibi, bu filmin de beğeneninin ve beğenmeyeninin çok olacağı görüşündeyim. Sadece bir gerilim, ya da uzay filmi olmamakla beraber; Liz’in yaşadığı drama da hep birlikte tanıklık ediyoruz.
Onu oraya gönderen kişi ne kadar akıllıysa, Liz de oldukça akıllı ve geç de olsa ne yapması gerektiğini, bulunduğu yerden uzun bir süre sonra da olsa nasıl çıkması gerektiğini deneye yanıla buluyor. Senaryoda bariz görülen mantık hatalarına pek yer verilmemiş, sade ve oldukça ilgi çekici bir anlatımı olan film; en sonunda gerilimi en doruğa çıkarıyor ve düğümü çözüyor.
Filmin sonuna doğru Liz’le birlikte öğrendiğimiz dramda ise, bilim kurgunun insan etiği üstündeki hakimiyetini sorguluyoruz. Liz’in aslında hatırladığı, hissettiği, yaşadığını düşündüğü şeylerin hiçbiri gerçek değil, çünkü onun derin uykudan uyandıktan sonra başlayan hayatının bir öncesi yok. Bunun acısıyla beraber kocası Leo’ya kaydettiği mesaj da oldukça anlamlı.
Ama bana göre korku sinemasının yanı sıra psikolojik gerilim için de başarılı bir işe imza atıyor Oxygen ile birlikte. Bir solukta kendini izlettiren film için ise benim puanım 7.5/10.
Oxygen: Hızlıca Tükenen Umut
Elif Issı’nın Diğer Yazıları İçin Tıklayın.