Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri 22. Filmekimi İzlenimleri #5: The Zone of Interest – All of Us Strangers

22. Filmekimi İzlenimleri #5: The Zone of Interest – All of Us Strangers

Yazar: Tunahan İbiş

22. Filmekimi İzlenimleri #5: The Zone of Interest – All of Us Strangers

Herkese merhaba! 22. Filmekimi İzlenimleri serisine Cannes’dan Jüri Büyük Ödülü ile dönen Jonathan Glazer imzalı The Zone of Interest ve Andrew Haigh’ın uzun zamandır beklenen draması All of Us Strangers ile devam ediyorum. Keyifli okumalar dilerim.

The Zone of Interest

Under The Skin filminde tanımlayamadığımız, neredeyse formsuz bir uzaylının dünyadaki var oluş mücadelesini anlatan Jonathan Glazer; on yıl sonra yine tarif edilemez, her yönüyle insanlığa yabancı bir gücün hüküm sürdüğü Holokost dönemini inceliyor. Auschwitz’deki toplama kampının hemen yanında yaşayan bir SS subayına ve ailesine odaklanan film, daha önce hiç görmediğimiz kadar yakından bakıyor bu kötülüğe. Evlerinin yanındaki kamp bacasından tüten dumanlar, dereye karışan küller, gün boyu duyulan çığlık ve ağlama seslerine rağmen ailedekiler; bahçelerinde çiçekler üzerine sohbet ediyor, güle oynaya piknik yapmaya gidebiliyorlar. The Zone of Interest’in “kötülüğün sıradanlığına” bakışı öyle mesafesiz, öyle ham ki; kamera kampın içini bir kez bile göstermese bile her sahnede kanınız donuyor, böylesine büyük bir inkara inanmakta güçlük çekiyorsunuz.

Glazer’a göre nesilden nesile geçen, varlığını büyüyerek sürdüren faşizmin eylemlerini ebediyen engellemek yalnızca bir hayal. Rengi deforme olmuş/negatifleşmiş sahnelerde esirlere küçük yiyecekler bırakan kız çocuğu gibi, bu uğurda yapılan her şey koskocaman bir karanlığın içinde yayılan ufak ışıltılardan ibaret. Glazer; rastgele bir imgeye takılıp bizi ailenin gerçekliğinden çıkardığı anlarda bile ritmi sürekli tekrar eden, mekanik bir uğultu gibi yankılanan müzikler ile filmin acımasız dünyasını baki kılıyor. Bu sahnelerde sanki paslı, pis ve gürültülü bir makineyi seyrediyor, korkunç bir gerçeklik üretirken öğüttüğü tüm o hassasiyetlerin yok oluşuna şahit oluyoruz. Böylesine sistematik bir işleyişi olan, kapalı kapılar ardında idame ettirilen bu düzenin karşısında seyirci olarak tutunacak tek bir dalımız yok ve The Zone of Interest’i bu kadar ürkütücü yapan da sanırım bu.

The Zone of Interest’te kendi hallerinde izlediğimiz aile hakkında gitgide daha korkutucu gelmeye başlayan manzaralar, kümülatif bir şekilde birikirken Glazer’ın gözlemci konumu neredeyse hiç bozulmuyor. Tek bir sahne hariç; ki bence seyirciyi filmin karanlığından alıkoyan, beklediğimiz hesaplaşmayı bir nebze yaratan yegâne an da tam olarak bu. Glazer, hikâyeye bir kurtarıcı kodlamak veya bizi bu imparatorluğun yıkılışına tanık etmek yerine film boyunca seyrettiğimiz bu korkunç inancı kendi geleceği ile yüzleştiriyor. Bir subay, bir akşam vakti çalıştığı devlet binasının merdivenlerinden inerken bir katta duruyor ve usulca koridora bakmaya başlıyor. O karanlığın içinde yüz yıl sonrasını, bugünü görüyor. Hizmet etmekten gurur duyduğu, ebediliğine inandığı bu düzen, bu bina, bu gerçeklik… Görüyor ki, hepsi ve getirdikleri tüm yıkımlar; aynı şekilde muhafaza ediliyor ve bir müze içinde sergileniyorlar. Ancak artık o cilalı zeminler ve işlemeli duvarların hepsi çürümüş, etrafı rutubet sarmış. Herkesin alkışlayacağına inandığı o yüce amacı ise takdir eden kimsecikler yok, yalnızca yerleri ve camları silen bir grup temizlikçi görülüyor. Subay; belki zaten öngördüğü, belki de hiç ihtimal vermediği bir geleceğe tanık olduktan sonra yavaşça, titreyerek doğruluyor. Ayakları merdivene gitmiyor fakat gözleri de koridora bakmayı sürdüremiyor, öylece kalıveriyor. Glazer; film boyunca yaşadığımız tutsaklığı, bir şeyleri değiştirmekten aciz halimizi tersine çevirerek bu kez muhataplarına sunuyor. Subay bir süre daha koridora bakıyor ve merdivenleri inmeye devam ediyor. Yine ayaklarını vura vura ve duruşunu bozmadan ama bu kez nefesi sıkışarak kabarttığı göğsü ve zorla dikelttiği omuzları ile…

All of Us Strangers

All of Us Strangers, güneşin usulca belirip tüm şehri ışığa boğduğu bir sabah ile açılıyor. Bugün de hayat başlıyor, insanlar sokağa dökülüyor ve rutin tekrarlanıyor gibi hissediyoruz ancak dışarıda ne bir kişi görüyor ne de sesini duyuyoruz. Aynı bizim gibi camın önünde bu bekleyişi sürdüren Adam’ın (Andrew Scott) görüntüsü, yavaşça bu manzaranın içinde çözülüyor ve şehir ile karakter bir nevi iç içe geçmiş oluyor. All of Us Strangers’ın bu harika açılış sahnesi; tüm filmi Adam karakterinin bakışından izleyeceğimizi peşinen söylüyor ve bu gözlerde yitip gitmiş hayatı, geçmişin hayaletlerini kovalamaya o an başlıyor.

Kocaman bir apartmanın ufak bir dairesinde yaşıyor Adam. Onun dışında binada kimsecikler yok, dolayısıyla korkunç bir sessizlik hüküm sürüyor. Bir gece boş yere çalınmış bir yangın alarmı sebebiyle apartman önüne çıkınca kendisi dışında birinin daha ışıklarının açık olduğunu görüyor. Bu yabancının varlığı, bir senarist olarak ilham bulmakta zorlanan ve bir türlü geçmişten kopamayan Adam’ın zihninde bir yolculuk başlatıyor. Böylelikle Andrew Haigh; uyarladığı kitabın fantastik dünyasına zarar vermeden, yine de bu yolculuğun doğasına dair pek bir şey açık etmeyerek, gerçeküstü bir hesaplaşma yaratıyor. Adam; henüz çocukken kaybettiği anne ve babasının onları son kez gördüğü halleriyle karşılaşıyor, o dönem bahsedemediği konuları onlara bu kez bir yetişkin olarak açıklamaya çalışıyor. Haigh; Weekend’in kimlik bunalımı ile 45 Years’ın paslı hafızasını bir araya getirip Adam’ın öyküsünden bir şeyleri yoluna koymaya, yeryüzüne ait hissetmeye dair dokunaklı bir metin çıkarıyor.

All of Us Strangers’taki her mekan; sanki dış etkenlerden tamamen arınmış, kendi gerçekliğini kurmuş gibi yüksek bir izolasyona sahip. Haigh, bu soyutlanmayı kendi lehine kullanarak Adam’ın yalnızlığını derin bir sessizlik ile vurgularken aynı zamanda karakter çatışmalarının da daha yankılı ve hisli bir şekilde yaşanmasını sağlıyor. Filmdeki her kelime, her mimik, her nüans; bambaşka şekillerde yaralayıcı ve -tuhaftır ki- aynı zamanda bir o kadar da iyileştirici. All of Us Strangers’ın seyirciye fazlasıyla dokunan, zamanlaması ve temposu ilmek ilmek işlenmiş senaryosunda beni filme karşı yabancılaştıran asıl unsur da bu oldu. Özellikle üçüncü perdede iken Adam’ın yaşadığı her hesaplaşmanın yönetmenin istekleri doğrultusunda, filmin melodramatik yapısına rağmen yaşandığını ve sürprizlerinin azaldığını hissettim. Yönetmene -bana kalırsa- hep ayak bağı olmuş yan karakter tasarımları sonunda bu kadar iyi kotarılmışken onları daha aktif, hikayenin istediği gibi değil de kendi başlarına hareket eden bireyler olarak kullanmasını daha çok isterdim. Belki de Adam’ın kısıtlı bir zaman içinde hesaplaşması gereken onca meseleye yetişirken Haigh de bir noktada kendi karanlığına sıkışmış, senaryonun inceliklerini bir tür kurtuluş imkanı olarak görmeye başlamıştır, bilemiyorum. Her şeye rağmen kendi büyüsünden çekinmeyen, onu her daim kucaklayan bir rüya, bir arınma ihtimaline sahip çıktığı için son derece memnunum.

22. Filmekimi İzlenimleri #5: The Zone of Interest – All of Us Strangers

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...