22. Filmekimi İzlenimleri #1: Priscilla – Perfect Days – Fallen Leaves
Herkese merhaba! Bildiğiniz gibi 13 Ekim itibarıyla 22. Filmekimi başladı. Geçen sene olduğu gibi bu yıl da festivalde seyrettiklerim hakkındaki izlenimlerim ile burada olacağım. Geçtiğimiz günlerde organizasyonu ve bilet satış politikaları ile gündeme gelen festivalin çelişkili yapısından sıyrılıp filmler özelinde bir haftalık bir yazı serisi oluşturmayı planlıyorum. Yeni yeni giymeye başladığım kışlık kıyafetlerin içinde terler, seansların saatlerine yetişmeye çalışırken filmler ile ilgili düşüncelerim de uçup gitmesin istiyor, bir kenara yazdığım bu izlenimler sayesinde kalıcı hale gelmelerini umuyorum. Şimdiden herkese iyi okumalar diler, Passo’nun gazabından sağ çıkabilmiş olanları kutlarım.
Bugün yazacağım filmleri Venedik’te En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazanan Sofia Coppola imzalı Priscilla, Cannes’dan En İyi Erkek Oyuncu Ödülü ile dönen ve Wim Wenders’ın büyük dönüşü olarak tanıtılan Perfect Days ve yine Cannes’da Jüri Ödülü’nün sahibi olan Aki Kaurismäki yapıtı Fallen Leaves oluşturuyor.
Priscilla
Priscilla Presley; yaşam çevreleri, etrafındaki beklentiler ve sıkıştığı kalıplardan kurtulup kendilerine ait yeni bir gerçekliğin kapılarını aralayan Sofia Coppola karakterlerinin bir yenisi. Ancak bu kez sınırlar, bir banliyönün burukluğundan ya da devasa bir şatonun eziciliğinden çok daha acımasız ve bir o kadar da çekici. Coppola, Elvis (Jacob Elordi) ile Almanya’daki askerlik görevi sırasında tanışıp kısa süre içinde onunla yaşamaya başlayan Priscilla’yı (Cailee Spaeny) uzun yıllara yayılan tutsaklığı üzerinden anlamaya çalışıyor. Elvis’in geçirdiği görsel imaj, müzik biçimi ve inanç değişimleri arasında savrulan, nereye giderse gitsin sevgilisini en az onun kadar arzulayan insanlar gören Priscilla’nın karakter dönüşümü de yine bu dönemler içinde gerçekleşmeye mahkûm.
Coppola, özellikle ilk yarıda Rock Kralı’nın dokunulmazlığına aldırmadan onunla açıktan alay ederek komedi duygusu yüksek ve serbest bir senaryo formu işletiyor, bir nevi bu sayede Priscilla’nın yaşadığı sahte refahı seyirciye de deneyim ettiriyor. Ancak her yönden ekseni şaşmış bu toksik ilişki hakkında gördüğümüz tespitleri, zaman geçtikçe tekrara binmeye ve hikâye için yeni bir kapı aralamamaya başlıyor. Bilhassa üçüncü perdede gitgide biriken bu anlar, yavan tasarımlarından ötürü final bloğunda istenilen katarsisin de asla yaşanamamasına sebep oluyor. Coppola; altın kafesinden kaçmak isteyen Priscilla’yı özgürleştirmekten mustarip, çünkü o da herkes gibi yalnızca bir seyirci ve bildiklerinin dışına çıkmaya yeltenmiyor. Elvis, film çekimlerine gittiği ve ima edildiği üzere onu aldattığı sıralarda Priscilla ile konuşurken “Evdeki ateşi canlı tutman gerekiyor.” diyor. Modern müziklerle bezediği ve cesurca yaklaştığı bu meseleden yeterince verim alamayan Sofia Coppola için de korkarım aynısını söylemek yanlış olmaz. Zira senaryoyu harlayacak kadar bir malzemesi kesinlikle yok.
Perfect Days
Wim Wenders, son yıllarda çektiği belgesel filmleri ve vasatı pek aşamayan kurgusal denemelerinden sonra Perfect Days’te müthiş sahici bir senaryo ile çıkageliyor. Bir tuvalet temizlikçisi olan Hirayama’nın (Koji Yakusho) gündelik rutinini hiçbir detayına dokunmadan, tekrar tekrar seyretmekten bıkmadan takip ediyor yönetmen. İşin garibi, bu yaşantıdan bir hikâye anlatısı çıkarmaya ve buna klasik bir senaryo mantığıyla yaklaşmaya da hiç çalışmıyor. Kamera; belki Hirayama’nın çokça yakınında duruyor, neredeyse hiç peşinden ayrılmıyor ancak onu yönlendirmekten ziyade yalnızca seyrediyor. “Başka zaman başka zamandır. Şimdiyse şimdidir.” Diyor karakterler bir sahnede. Wenders’ın zamana, onun getirdiklerine ve götürdüklerine bakışı aynı bu şekilde: Sade ve içten.
Perfect Days; bir yandan da her gününün düzeni az çok belli olan, benzer mekanlar ve insanlar arasında savrulan yaşamın sessiz devinimi, küçük tesadüfleri ve bunların usulca birikmesi üzerine. Wenders; filme ismini veren Lou Reed şarkısındaki gibi ufacık olaylar ile canlanan, yaşanılabilir hale gelen ve mükemmelleşen bir yaşam anlayışını usulca irdeliyor. Çalınan bir şarkı, ikram edilen bir içki, bitirilen bir kitap, karşılaşılan bir insan, unutulan bir zaman ve yavaşça yitirilen bir ömür… Perfect Days; detayların ardındaki mucizelere sığınan, belki fazla naif, ancak kesinlikle nefes alıp veren bir film. Neresinden yaklaşmak, nasıl bir bağ kurmak isterseniz hepsine alan açan zengin bir tecrübe, her açıdan olgunluk döneminde olduğunu gösteren bir yönetmenin işi. Ayrıca yer verdiği her şarkıyı sahne ile bir diyalog halinde kullanabilen, karaktere ses vermesini sağlayan dehşet bir müzik kullanımı örneği. Wim Wenders’in dönüşü ancak bu kadar etkileyici olabilirdi.
Fallen Leaves
Filmekimi’nin zaman duygusuna, ufak koşuşturmacalarına ve en çok da dünyanın geri kalanından soyutlanma haline en çok yakışan filmlerden biri Fallen Leaves oldu. Aki Kaurismäki yine bildiğimiz gibi, işçi sınıfının sıkıcı rutinleri arasından mizah duygusu yüksek, duygu dolu bir hikâye çıkarmaya çalışıyor. Olaysız hayatlarında bir heyecan arayan iki yabancının tesadüfen karşılaşmasını izliyoruz bu kez. Ancak radyoda duydukça dertlendikleri, kendi iş hayatlarındaki aksaklıklar sebebiyle unutup tekrar hatırladıkları başka bir mesele var. Bir sahnede 2024 yazında geçtiğini öğrendiğimiz film, Rusya-Ukrayna savaşını ve Finlandiya’nın hemen dışında vuku bulan bu korkunç olayın tedirginliğini üstünde taşıyor. Aynı bizim Kadıköy, Nişantaşı ve Beyoğlu arasında mekik dokurken yalnızca sosyal medyada, haberlerde görüp de karanlığından sakınmaya çalıştığımız İsrail-Filistin savaşı ile ilişkimiz gibi.
Şükür ki, Aki Kaurismäki en az bir yıl daha süreceğini öngördüğü bu savaşa karşı depresif ve boğucu bir yaklaşım sergilemiyor. Çoğu zaman akıllarına konuşacak bir konu gelmeyen, geldiğinde de pek ilginç şeylerden bahsetmeyen karakterlerin deadpan tarzındaki donuk, duygusuz ancak bir o kadar da muzip mizahını sürdürmeye devam ediyor. Fallen Leaves’in aynı gün izlediğim Perfect Days’e yakın bir naif tonu, hayata küçük detayların güzelliği üzerinden bakan bir anlayışı var. Müziklerini, diyaloglarını ve bağlamını elinden alsanız her karesinde hüzün ve melankoli dolu bir tablo göreceğiniz bir filmin kendi akıntısının tam tersine kürek çekmesi, sahiden de hayranlık duyulası bir çaba. Filmin bu küçük mücadelesini bir festivalde, çoğunu tanımadığım yüzlerce kişi ile aynı perdeye bakarken ben de derinden hissettim. Ama ticari bir organizasyon sayesinde, ama bizimle birlikte salonda bulunamamış, aynı mücadeleyi başka yollarla sürdüren insanlarla dolu yorgun bir ülkede… Fallen Leaves’i izlerken bu amaları hatırladığım her an, çareyi filmin dünyasına sığınarak aradım. Ve bana kısa süreliğine de olsa böyle bir çıkış yolu sunduğu için Aki Kaurismäki’ye sonsuz kez minnettarım
22. Filmekimi İzlenimleri #1: Priscilla – Perfect Days – Fallen Leaves