Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Yeni Şafak Solarken: Ne Gerçek, Ne Rüya, Bu Bir Araf Yaşananlar

Yeni Şafak Solarken: Ne Gerçek, Ne Rüya, Bu Bir Araf Yaşananlar

Yazar: Ömer Acıoğlu

Yeni Şafak Solarken: Ne Gerçek, Ne Rüya, Bu Bir Araf Yaşananlar

Hepimizin içinde mutlaka bir şeytan vardır. Şeytanlar belki de bizim köklerimizin bir parçası olarak var olurlar. Şimdi diyorsunuzdur, “Bu mümkün mü?” diye. Evet. İçimizdeki şeytanlar, belki köklerimize, belki de asıl arayışımıza dair bir işaret olabilir. Sadece şeytanlar değil, içimizdeki zihin de köklerimize dair bir yolculuk.

İşte bu ve buna benzer konuları, Türk sinemasının görüp görebileceği en acayip sürrealist filmi işliyor: Gürcan Keltek’in yönetmenliğini yaptığı Yeni Şafak Solarken. Başrollerini Cem Yiğit Üzümoğlu, Ayla Algan, Erol Babaoğlu, Suzan Kardeş, Dilan Düzgüner ve Gürkan Gedikli’nin paylaştığı film, Locarno Film Festivali’nde Altın Leopar’a aday oldu. Bu film, İstanbul Film Festivali’ndeyse Altın Lale için yarışıyor ve daha önce Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Görüntü Yönetmeni ödülünü kazandı. Film, taburcu olduktan sonra eski hâline dönemeyen Akın’ın hem kendi gerçeğine dair arayışını hem de başka bir gerçekliğin istilası altında kalan zihnini anlatıyor. Vigo Film’in yapımını üstlendiği bu film, bugün ve 21 Nisan tarihlerinde İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilecek.

Akın, son birkaç yılını hastanede geçiriyor ve taburcu olduktan sonra eski hayatına geri dönemeyeceğini fark ediyor. Aile evine döndükten sonra kendini araması üzerine İstanbul’da âlimlerin mezarını ziyaret ediyor ve şehrin dini yapılarını geziyor. İlahi güce sığınmak isterken bu anıtlar zihninde tekinsiz bir vecd hâlini tetikliyor. Akın, gerçek benliğiyle temasını kaybediyor; zihni ise başka bir gerçekliğin baskısı altına giriyor.

Hikâye gerçekten de oldukça ilginç. Bu film hem sufi hem sürrealist öğelere sahip. Öyle bir hikâye ki bizi sadece içimizdeki ilahi köklerimize gezdirmiyor, aynı zamanda insan zihninin karanlık yönlerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Hikâye ilerledikçe gerçek ile hayal bulanıklaşıyor. Bu ikisi bulanıklaştıkça bizim de gerçek ile hayali ayırt etmemiz zorlaşıyor. Bahsedeceğim görselliği bizi daha da karanlığa sokarken, sesleriyle insan zihnini daha da yabancılaştırıyor. Bunun dışında, yeri geliyor Akın bu filmde dördüncü duvarı yıkıyor; yeri geliyor, sanki kamerayı şeytan almış da o çekiyor.

Anlatım tekniği açısından gerçekten olağanüstü bir yönü var. Gerçi filmin sonlarına doğru biraz fazla uzun kalan bir sahne var ki bu sahne filmin ritmini bozmuş. Bunun benzerini Suspiria (Luca Guadagnino, 2017) filminde de görmüş ve aynı ritim bozukluğunu bu filmin son sahnesinde de hissetmiştim. Yani bu tarz sahne uzatmalarının çok da bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Ama yine de ilginç hikâyesi ve anlatımıyla başından sonuna kadar koltuğa yapışıp izledim.

Zaten çocukluğumdan beri Gürcan Keltek’in yönetmenliğine bayılıyorum. Özellikle çocukken (2004-2007 yılları) izlediğim ve etkilendiğim kliplerle hayatıma giren Gürcan Keltek, bu filmde eski mimari dokuları, eski evleri, modern yapıları ve tekinsiz kamera oyunları eşliğinde 2 saat 13 dakika boyunca gözümü ayırmadan seyrettirdi.

Şimdi işin asıl vitamini olan görselliğe gelelim. Filmin görüntüleri, Werner Herzog filmlerinde görüntü yönetmenliği yapmış olan Peter Zeitlinger’a emanet. Peter Zeitlinger, filmin ilk yarısında eski evleri, camileri, âlimlerin mezarlıklarını ve eski mekânları Gürcan Keltek ile birlikte bir yabancı gibi gezmiş. Fakat ikinci yarıdan itibaren bir yabancı gibi gezen kamerası Akın’ı takip etmeye başlıyor ki bu da kamerayı sanki içindeki şeytanın aldığını sonuna kadar hissettiriyor. Dolayısıyla, görselliği filmin hikâyesini desteklemekle kalmıyor; yenilikçi hikâye anlatımıyla da mükemmel bir şekilde iç karanlığını yansıtıyor. Kurgusu sayesinde de insanlığı, içindeki karanlık dünyasında tutmayı başarıyor.

Filmin müzikleri ve sesleri de oldukça çarpıcı. Her tınısı, her melodisi, her notası adeta iliklerinize işliyor. Filmin bazı seslerinde —olumlu anlamda söylüyorum— bir bozulma, yani “distorted sound” mevcut. Seslerdeki bu bozukluklar, filmi duyusal açıdan seyircilere sağlam bir şekilde hissettiriyor. Bir de filmin bazı yabancı sesleri bu tuhaflığa farklı bir boyut katıyor. Son of Phillip’in yaptığı müzikler ise filmin sesleri kadar apayrı bir yorum sunuyor. Yani insan zihninin içerisindeki bilinmezleri sadece tasvir etmiyor; duyusal açıdan da sizi diken üstünde tutmayı başarıyor.

Cem Yiğit Üzümoğlu’nun, kendi adıma konuşursam, oyunculuğuna bayıldım. Kendini ve kendi köklerini arayan bir gence şahane bir yorum katmasının yanı sıra, bir sahnede kameraya bakarak konuşmasıyla dördüncü duvarı kırıyor. Diğer oyuncular da oldukça başarılıydı: Erol Babaoğlu, Suzan Kardeş, Dilan Düzgüner ve geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz usta sanatçı Ayla Algan. Erol Babaoğlu, adeta köklerinden kopup çıkmış bir hayalet ya da bir rahip gibi bize rehberlik ediyor. Ayla Algan ise son filminde Rusça konuşarak, bir rahibeyi, bir profesörü andıran performansıyla izleyiciyi selamlıyor.

Neyse, daha fazla bahsetmek istemiyorum çünkü anlatırsam bazı sürprizleri bozacağım. Bu film, başta da dediğim gibi, ne gerçek ne de bir rüya. Gördüklerimizin hepsi birer araf. Çünkü bu film, insanlığın karanlık zihnine dair çarpıcı bir yolculuk. İçimizdeki şeytanların çığlıklarına dair bir sohbet. Köklerimizi aramaya dair bir yolculuk. Bir kusuru var: Hikâye biraz uzatılmış ama yine de bana kalırsa bu film şimdiye kadar bu festivalin en iyilerinden biri. Tek kelimeyle: mükemmel.

Puan: 4,5/5

Yeni Şafak Solarken: Ne Gerçek, Ne Rüya, Bu Bir Araf Yaşananlar

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...