Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Vincent Must Die: Bir Şiddetin Anatomisi

Vincent Must Die: Bir Şiddetin Anatomisi

Yazar: Ömer Acıoğlu

Vincent Must Die: Bir Şiddetin Anatomisi

Öncelikle bu film için şu soruyla başlamak gerekir. Şiddet nedir? Şiddet nasıl oluşur? Şiddet tedavisi olmayan bir hastalık mıdır, yoksa insanın iradesiyle yapılan ilkel bir eylem midir? Şiddet, başka bir çözüm olmadığını zannettiğimiz ama son derece ilkel ve son derece acımasız bir eylem çeşididir. Günümüz toplumunda (Fransa’nın şiddetli bir geçmişe sahip olduğunu düşünürsek) şiddet, bulaşıcı bir hastalık haline gelmiştir. Şiddete bulaşan herkes hem bir katil aynı zamanda bir kurban haline gelmiştir.

Geçtiğimiz yıl Cannes’da Eleştirmenler Haftası bölümünde gösterilen Vincent Must Die (Vincent doit mourir), 2011’den beri kısa film çeken Stéphan Castang’in çektiği ilk uzun metrajlı filmi. Hikaye ve biçimi bakımından bu film, tam anlamıyla Bireysel Şiddet’ten çok Kolektif Şiddet’e eğiliyor.

Bu filmin konusuna gelin, birlikte bakalım:

Vincent bir ajansta iyi bir işe sahiptir. Boş vakitlerinde ise telefonun başında Tinder’a girer ve sosyal medyalarda gezinir. Ta ki çalıştığı şirkette bir stajyer gelene kadar. Vincent, stajyerle göz göze gelmesiyle, stajyer tarafından laptopla saldırıya uğrar. Bu normal görünür. Fakat, Vincent şirkette başka bir adam tarafından da saldırıya uğrar. Bu da normal. Ama sonralarda bu olay her yerde yaşanmaya başlar. Önce apartmanda çocuklar tarafından saldırıya uğrar. Sonrasında ise sokaklarda, bahçelerde, parklarda. Vincent’in gözünün içine bakan herkes saldırganlaşıyor, tıpkı bir kuduz köpek ısırığı gibi. Önce babasının yanına ziyaret eden Vincent, daha sonra ise yazlığa gitmek için babasının arabasını alır. Sonra yazlığa giderken bir benzin istasyonunda bir adamla (Joachim) karşılaşır. Kendisi eskiden öğretmen olan Joachim’in anlattığına göre, Vincent aslında Joachim gibi bir salgına yakalanmış. Bu salgında, kim göz göze gelirse, şiddet uygulamaya başlıyor. Joachim, Vincent’a “Nöbetçiler” adı altında yer altı siteye girmek konusunda akıl verir. Vincent, yazlığa gittiğinde ise Joachim’in verdiği siteye girer, fakat siteye üye olmak için harfiyen uyması gereken birkaç kural var:

1. Tüm sosyal medya hesapları kapanacak. Herhangi bir sayfanızı bulduğunda, sizi bulmaları an meselesi.
2. Mail hesapları kapanacak.
3.Yeni bir telefon ve yeni bir silah edinilecek.
4. Bir köpek edinilecek. Çünkü köpekler, en ufak bir kokuyu almakta yeteneklidir.
5. Yaralandığında kendi başına dikmeyi öğrenecek. Çünkü hastaneler, halka açık olduğundan tehlikeli bir yer olmuştur.

Artık Vincent, dolayısıyla hayatında yeni bir sayfa açmak ve bu dünyada maymunlardan birini oynamak zorundadır. Yani hiçbir şey görmeyecek. Dolayısıyla da bu dünyada bir hayalet gibi yaşamak, hatta yaşamak değil hayatta kalmak zorundadır. Belki de istenmeyen bir adam olarak, herkesle hatta dünyayla olan bağlantıyı koparmak zorundadır.

Bu şekilde özetledikten sonra, gelelim filmin hikaye tarafına. Film ilk yarısında, ki açılış sahnesi düşündürücü ve sorgulayıcı, bir kara komedi havasında başlıyor. Fakat filmi izledikçe sadece ciddileşmekle ve sinirinizi bozmakla kalmıyor. Aynı zamanda da güven, insanoğlu, ilkellik, savaş, cinayet gibi kelimelerle sizi dünya, insanoğlu ve şiddet üçgenini sorgulamaya davet ediyor. Mesela, Margaux’nun Vincent ile olan ilişkisi örnek alınabilir. Margaux, Vincent’ın gözüne bakarak öldürmeye çalışır. Fakat Vincent, sağ kurtulur ve sağ kurtulmasıyla Margaux’nun gözünü kapatır ve kelepçeler. Bu sahneler, yukarıda da bahsettiğim üzere, güvenmeyi ve her şeye rağmen bağlılığımızı sorguya çektiriyor. Filmin sonlarına doğru geldiğimizde ise trafiğin oluştuğu yolda, Vincent babasını arar, fakat bulamaz. En sonunda da babasından vazgeçer ve Margaux ile birlikte kaçar. Fakat oradan uzaklaştıktan sonra, Vincent’ta hastalık ilerler ve hastalığın ilerlemesiyle Margaux’yu öldürmeye çalışır. Fakat, Margaux’nun Vincent’in gözlerini kapatmasıyla, Vincent’i bu şiddetten kurtarır. İşte bu noktada da film bağlılığa rağmen, insan olarak hayatta kalma meselesini de ihmal etmiyor. Neticede insanlığın yaşama sanatı, tam yüzyıllar öncesinde başlayan şiddetle gelişen bir sanat haline gelmiştir.

Film, hikaye olarak toplumsal mesajlar veriyor. Ki bize de tanıdık gelecek mesajlar mevcut. İnsanlığın geçmişten bugüne nasıl barbarlaştığı, insanlığın nasıl bir çılgınlığın içine sürüklendiğini ve yıllar geçtikçe insanlığın nasıl ilkelliğe dönüştüğünü açıkça kanıtlamakla kalmıyor. Aynı zamanda, insanlığa olan inancını nasıl yok edildiğini anlatıyor ve bunu anlatırken de, gerçekten de sinirinizi bozan bir yere doğru gidiyor.

Gelelim, biraz estetik ve işleyiş biçimine. Öncesinde görüntü yönetmenliğine gelirsek, Fransız sinemasının ünlü görüntü yönetmenlerinden biri olan Manuel Dacosse’a (ki kendisi 2017’den beri François Ozon filmlerinin görüntü yönetmenliğini yapıyor) emanet edilmiş. Manuel Dacosse, filmdeki neredeyse %80’ini kamerayı hareketli çekmiş. Bu da filmde yaşanan gerilimi, bize de hissettiriyor. Özellikle Fransa’nın soğuk, tekinsiz ve belli bir yerden sonra sisli bir sinematografiye sahip olması ve Karim Leklou’yu biraz şüpheci yaklaştığı açılarına ise bir artı verilebilir. Kurgu tarafına geldiğimizde ise kurguda, oldukça genç bir kurgucu tarafından yapılmış. Bu film Méloé Poillevé’in ilk uzun metrajlı kurgusu. Özellikle filmin açılış jeneriğinde, geçip giden asansörü andıran çizgilerin çok sonrasında bir binanın camına dönüştürme kesinlikle yerinde bir açılış.

Gelelim filmin oyunculuk tarafına. Filmin başrolünde ise şaşkın ve her dakikasında şüpheci gözlerle olaya yaklaşan Karim Leklou. Filmin her şaşkınlığın, her donukluğu altında mutlaka bir şüphe uyandıran rolü gayet başarılı.

Özetlemek gerekirse; önceden de bahsettiğim üzere, film bir kara komedi niyetine başlayıp, devam ettikçe daha çok sinir bozmaya başlayan bir yapıya sahip. Gerek yönetmenliği, gerek görüntü yönetmenliği, gerek kurgusu ve gerekse de John Kaced’in (ki kendisi ilk uzun metrajlı çalışması) müzikleri ciddi anlamda geriliminden koparmıyor. Gerilimi yerinde, filmin verdiği şiddet ve güven üzerine toplumsal mesajları sağlam. Atmosferi ise, bir nevi George Miller’ın ilk Mad Max (1979) filmini andırıyor. Gayet doyurucu, izlerken düşündürecek bir gerilim var. Şiddetin, özellikle kolektif şiddetin, ne kadar bulaşıcı, nasıl vicdansız birine dönüştüklerini ve sonrasında bir zombi gibi nasıl birbirlerine düşman davrandığını görmek istiyorsanız, bu filmi seyredebilirsiniz. Kesinlikle seyirlik ama gerçekçi bir hayatta kalma gerilimi.

Vincent Must Die: Bir Şiddetin Anatomisi

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...