The Human Voice: Tilda Swinton’ın Tek Monologluk Dev Performansı
Merhabalar!
Bu yazıda birlikte Pedro Almodóvar’ın 2020 yılında yayınlanan kısa filmi “The Human Voice” filmini inceliyoruz. Önce hikayesinin kısa tarihçesine bir bakalım.
Jean Cocteau’un yazdığı aynı isimli bu monodrama, 1930 yılında ilk kez 1680’li yıllarda kurulan Comédie-Française sahnesine oynanıyor. Tabii filmle ilk yazılan metin arasında belirgin farklar var, çünkü Almodóvar metni yeniden kendi tarzına göre yorumluyor, bu konuya yazının ilerleyen kısımlarında geleceğiz.
1930’larda ilk tiyatroda sahnelenen halinde, hikaye Paris’te geçiyor. Genç bir kadın, uzun yıllardır birlikte olduğu sevgilisiyle telefonda konuşurken sevgilisinin ertesi gün başka biriyle evleneceğini öğreniyor ve konuşma farklı duyguların iç içe geçtiği bir performansa dönüşüyor.
Tiyatro dan sonra 1948 itibariyle sinemada yerini buluyor. Filmin 4 farklı versiyonu var. Eğer sinemayla ilgiliyseniz, bu 4 versiyonu arka arkaya izlemenizi tavsiye ederim. Kadının 1948 ve 1966 versiyonlarında özellikle daha çok ağlayan, mutsuz, evde hala sevgilisinin -ve hatta sevgilisinin yeni sevgilisinin de- fotoğraflarının olduğunu görebilirsiniz. Tilda’nın olduğu 2020 yapımı ve bizim de şu an yorumladığımız bu versiyonunda daha güçlü ve bağımsız bir kadın yorumu olduğunu görüyoruz. Her ne kadar hala içindeki bir umutla sevgilisinin aramasını, cevap vermesini, dönmesini beklese de:)
Tilda Swinton’ı filmin incelemesine başlamadan biraz övmek isterim. Her rolüne benzersiz derinlikler ve özgünlük getirerek sinema dünyasında güçlü ve unutulmaz izler bırakan biri. Güçlü olmayı ve hatta güçsüzlüğün gücünü en iyi yansıtan oyunculardan. Daha önce “The Grand Budapest Hotel”, “We Need to Talk About Kevin”, “Only Lovers Left Alive” gibi filmlerde yer almıştı. Hatta “We Need to Talk About Kevin” filmdeki performansı, ona BAFTA ve Altın Küre adaylıkları kazandırmıştı.
Şimdi gelelim filmde neler olduğuna…
Ana hikayemizdeki gibi aslında 4 yıl süren bir ilişkinin bitiş hikayesi. Kahramanımız Swinton, göz alıcı bir İspanyol apartmanında, rengarenk kırmızılar ve turuncular arasında, kablosuz kulaklıkları takıp sevgilisiyle telefonda duygusal bir hesaplaşmaya giriyor. İlk versiyonunda tabii o eski kablolu telefonlar kullanılmış. Eminim zorlayıcı olmuştur…
Filmin ilk sahnesinde maviler içinde Tilda’nın bir hırdavatçıdan balta aldığını görüyoruz. Buradaki hırdavatçı rolünde yönetmenimiz Almodóvar’ın erkek kardeşi oynuyor, ufak magazinsel bilgiler:) Tiyatro sahnesinde sergilendiği versiyonda balta ile sahne dekoru parçalıyordu. Bu versiyonda adamın kıyafetlerine ve özellikle pantolonunun çok spesifik bir kısmına, aldatan erkeğe bir hadım cezası göndermesi olarak, baltayı defalarca vuruyor. Ne der Çehov, filmde silah gözükürse patlar!:) Burada daha çok balta varsa keser diyebiliriz, siz durumu anladınız.
Tabii adam sadece kadını değil, köpeğini de terk ediyor. Orjinal oyunda köpek kullanılmamış aslında, sadece film uyarlamalarında var. Film uyarlamaları arasında da köpeklerin karakteri oldukça değişiyor. 1966 yapımında saldırgan ve sinirli bir köpek varken 2020 versiyonunda daha sakin bir köpek ve kahramanımızın köpek üzerinde hakimiyeti olduğu bir anlatı kullanılmış.
Almodóvar’ın bu filmde yaptığı ve en sevdiğim şey, kamerayı apartmanın içinde gezdirerek, bazen de yukarıdan bakarak setin tavanının olmadığını ve bazı eşyaların sahte olduğunu göstermesi. Yönetmenimiz burada kadının hayatı gibi, bu apartmanın da sahte ve geçici olduğunu bize hissetiriyor. Otopark içinde odaların yerleştirildiği bir ev gibi gözüken dekorda ev, iki farklı bölümden oluşuyor. Bir tarafı koyu ve karanlıkken diğer tarafı ise renkli, canlı ve dolu dolu. Bir tarafı ölü ve sessiz, diğer tarafı ise yaşayan ve konuşan bir varlık gibi. Zaten karakterimizin prolog sahnesinde iki farklı elbiseyle ortaya çıkması da bu farklılığı vurgulamak için kullanılıyor.
Yönetmenimizin kurduğu bu renkli ve hikayeyle bütün dünyanın “gözleri” yani görüntü yönetmeni José Luis Alcaine. Filmde yalnızlık ve yapaylık duyguları ağır bastığında daha uzak plan çekimleri, duyguların yoğunlaştığı ve aniden değiştiği sahnelerde yakın plan kullanılmış. Bu da tüm duyguların izleyiciye kolaylıkla geçmesini sağlamış. İkisi, bir çok filmde birlikte çalıştmışlar. Antonio Banderas’ın “The Skin I Live In” filmini bilirsiniz. O da bu iki harika yetenekli sinemacının eseri. Bilmiyorsanız da mutlaka yazıyı bitirdikten sonra izleyin derim. Hem görsel bir şölen, hem de dolu dolu bir gerilim:)
Yazımızın sonuna gelirken sanat yönetmeni Antxón Gómez’den bahsetmek isterim. Gómez, Almodóvar’ın bir çok filminin sanat yönetmenliği üstlenmiş. Detaycı ve karakter odaklı dekor planlamasıyla filmleri çok üst seviyeye taşımış bir sanatçı diyebiliriz. Karakterin duygusunu, seçimlerini, kişiliğini her sahnede yakaladığımız ipuçları ile öğrenme şansı yakalıyoruz. “İçinde Yaşadığım Deri” filminin de sanat yönetmeni olduğunu söylememe gerek yok sanırım:)
Özetle güçlü hikaye, duyguları içinize işleten oyunculuk performansı ve iyi tasarlanmış sanatsal bir görsel dünyaya hazırsanız, bu filmi izlememek için hiç bir bahaneniz yok:)
Mısırları patlatıp filminizi açtıysanız yazıyı burada bitiriyorum.
İyi seyirler!
The Human Voice: Tilda Swinton’ın Tek Monologluk Dev Performansı