The Apprentice: Eğer Frankenstein Bir Avukat Olsaydı…
Yönetmen koltuğunda Ali Abbasi’nin oturduğu ve başrollerde Sebastian Stan, Jeremy Strong ve Maria Bakalova’yı izlediğimiz The Apprentice, bu yılın en tartışmalı filmlerinden biri. Cannes Film Festivali’nde ilk gösterimini yapan film, öngörülebilir sebeplerden dolayı Amerika’da bir ev sahibi stüdyo ve dağıtıcı bulmakta uzun süre zorlandı. Ancak, resmen “geç olsun, tam isabet olsun” der gibi, Amerika seçimleri arifesinde Briarcliff Entertainment adlı bir stüdyo bu filme sahip çıktı. Ülkemiz izleyicileriyle ise ilk kez Filmekimi‘nde buluşan filmde, eski Amerika Başkanı Donald Trump’ın emlak piyasasında yükselerek yoktan var olma, zamanla da yozlaşma ve ahlaki çöküş hikâyesine tanıklık ediyoruz.
Film, yetmişli yıllarda genç Donald Trump’ın (Sebastian Stan), New York’un yüksek statülü insanlarının vakit geçirdiği bir kulüpte bağlantılar kurmaya çalıştığı bir randevuda başlıyor ve o akşam tanıştığı ünlü ve başarılı avukat Roy Cohn (Jeremy Strong), Trump’ın toplumsal konumunu yükseltmesi için gerekli basamak oluyor. Cohn’un tüm Amerika’da, özellikle de New York’ta kaybetmemekle ün salmış bir avukat olması, babasının mülkü üzerinde süren davayı devralması için Trump’ın karşısına altın değerinde bir fırsat olarak çıkıyor. Daha sonra ikilinin arasındaki iletişim bir mentor-öğrenci ilişkisine dönüşüyor ve Roy Cohn, kazanmanın bir koşul olarak beraberinde getirdiği karanlık dünyanın içine çekiyor “Donnie”yi. Bu kötü şöhretli avukat, bir insanın kazanmak istediği sürece herkese her şeyi yapabileceğini ve yapması gerektiğini savunuyor. Kendisi tehdit, şantaj, iftira, gözdağı verme gibi yöntemleri kullanmaktan hiç çekinmiyor. Amacı, ne olursa olsun müvekkillerinin çıkarlarını korumak. Bu nedenle etik kuralları çoğu zaman hiçe sayan avukat, güç ve korkuyla adeta New York’a hükmediyor. En önemli müvekkilinin Amerika olduğunu söyleyen Cohn, ne yapıyorsa Amerika’nın iyiliği ve çıkarları için yaptığının bilinmesini istiyor. Roy Cohn, adeta Trump’ın sonradan kendisine adapte ederek “yeni” kişiliğinin temel taşları haline getireceği üç kural çerçevesinde hayatını şekillendiriyor: 1. Saldır, saldır, saldır. 2. Asla bir şey itiraf etme, suçlamaları reddet. 3. Asla yenilgiyi kabullenme.
Çoğunlukla bu ikiliye odaklanan film, sunduğu iki yan hikâyede de Trump’ın aile yaşantısına ve eşi Ivana Trump’la tanışma, gülünç sayılabilecek koşullarda evlenme ve eşit derecede gülünç devam eden evliliklerine ışık tutuyor. Eski başkanı gülünç ve çoğunlukla acınası, basit tabirle “cringe” bir figür olarak ekrana taşımış Ali Abbasi ve izlerken Trump’ı biraz tanıyan kişiler için asla abartı gelmeyen bir tasvir olmuş. Gerek makyaj, gerekse oyunculuk konusunda senaryoyu mükemmel destekleyen Sebastian Stan de harika bir iş çıkarmış. Komedi türünde başlayıp devam eden film, sonlara doğru Trump’ın yukarıda bahsettiğim kuralları benimseyip sosyal tırmanışını hızlandırmasıyla adeta bir korku filmine dönüşüyor. Donald, giderek Roy Cohn’dan bile daha acımasız ve yozlaşmış biri oluyor. İş hayatında olduğu kadar kişisel ilişkilerinde de karakterindeki çürüme oldukça fark ediliyor, özellikle de adeta sevgiden çok işbirliği üzerine kurulmuş gibi görünen evliliğinde eşi Ivana ile.
Her ne kadar Sebastian Stan’in bu rolde harika bir iş çıkardığını kabul etmek gerekse de, Jeremy Strong’un olağanüstü yeteneğiyle şovu ondan tamamen çaldığı gerçeğini kabul etmeliyiz. Roy Cohn rolüne bürünürken, bu politik figürün hayatını ulaşabildiği en ince ayrıntılara kadar inceleyip üzerinde çalıştığı son derece belli oluyor. Daha önce bu karakteri Angels in America adlı mini dizide Al Pacino’dan da izlemiş biri olarak, Strong’un Roy Cohn tasvirinin çok daha başarılı olduğunu ve karakteri ortaya koymadaki başarısının bu yıl birçok ödülle, hatta Oscar ödülüyle taçlandırılması gerektiğini düşünüyorum.
İtiraf etmeliyim ki kendisi en sevdiğim ve en yetenekli bulduğum aktör. Dolayısıyla, bu filmin ortaya çıkma ve seyirciyle buluşma sürecini merakla takip etme sebebim bu olsa da, yeteneğini överken son derece objektif olduğumu belirtmem gerek. Jeremy Strong bu filmde yer almasaydı, her ne kadar Ali Abbasi’yi çok takdir ettiğim bir yönetmen olsa da, Donald Trump’ın “yaratılma” hikâyesi büyük ihtimalle ilgimi çekmeyecek bir konuydu. Hatta izlemeden önce filmin biraz politik ve sıkıcı olacağına dair önyargım vardı.
Ancak film gerçekten çok keyifli. Özellikle montaj konusunda o kadar başarılıydı ve tempo o kadar yüksekti ki, bir dakikasında bile sıkılmadım. Olabildiğince politik mesaj ve eğlenceli taşlamalar barındırsa da, senaryoya gereksiz söylemler yükleyip seyirciyi politikaya boğan bir film değil; daha çok oldukça trajik insan ilişkileriyle harmanlanmış bir dönüşüm ve başkalaşım hikâyesi.
Hikâyenin sonlarında 80’li yıllara geliyoruz ve gizli bir homoseksüel olan Roy Cohn’un AIDS’e yakalandığını öğreniyoruz (kendisi eski görüşlü ve homofobik biri olduğu için elbette kanser olduğu yalanını ortaya atıyor). Daha bu trajik noktaya bile gelinmeden, güç zehirlenmesinin etkisindeki Trump’ın akıl hocasına ve tabir yerindeyse kendisini var eden kişiye gösterdiği nankörlük düzeyi “yok artık” dedirtiyor. Özellikle Cohn’un son günlerini yaşadığını bilirken ona gösterdiği acımasız ve ayrımcı davranışlar, seyircide neredeyse Cohn gibi şeytani bir adam için sempati uyandıracak seviyeye geliyor. Strong da bunun farkında olacak ki, amaçlarının sempati uyandırmaktansa sinemanın doğası gereği sadece insan doğasına ayna tutmak olduğunu söylemişti.
Son perdede Roy Cohn hayata veda ederken, Trump’ın daha önce bahsettiğim kuralları, sanki kendisi icat etmişçesine başka birine dikte etmesiyle, seyirci başta kendi halinde sosyal statü hayalleri kuran bu hırslı adamın eninde sonunda kendisini yaratan canavara dönüştüğünü, üstelik bunu yaparken asıl canavardan daha tehlikeli ve korkunç biri olduğunu iyice anlıyor. Doktor Frankenstein ve yarattığı canavarı hatırlatıyor, değil mi?
Toparlayacak olursam, biyografi filmlerinden aslında hiç hoşlanmadığımı ve Donald Trump’ın da azıcık bile ilgimi çekmeyen bir figür olduğunu düşünürsek, bunlara rağmen son derece keyif aldığım bir film olması gerçekten beni de şaşırttı. Hatta sanırım onca ilgi çekici insanı (örneğin Freddie Mercury, Marilyn Monroe vb.) anlatan biyografi filmlerinden bile daha sürükleyici olduğunu söyleyebilirim. Bunun sebebini de prodüksiyonun ve kadronun başarısına kolayca bağlayabiliriz. Oyunculuklar dışında en çok beğendiğim faktör filmin montajı oldu. Sahneler arası bağlantılar ve geçişler o kadar yerindeydi ki, kurgu seyirciyi asla kaybetmeyecek şekilde tasarlanmış. Ses ve prodüksiyon olarak da çok beğendiğimi söylemeliyim, özellikle 70’ler ve 80’ler New York estetiği o kadar iyi yansıtılmıştı ki!
Asıl hedef kitlesinin yer aldığı ülkede neredeyse vizyona giremeyecek olan The Apprentice, geçtiğimiz haftalarda Amerika da dahil birçok ülkede gösterime başladı. Donald Trump’ın da filmi izlediğini ve sosyal medya hesaplarından oldukça agresif bir “review” yazdığını da eğlenceli bir bilgi olarak paylaşmak isterim. Bu filmin tam da seçimler arifesinde kendisi adına bir karalama kampanyası olduğunu ve anlatılan çoğu şeyin gerçek olmadığını belirtmiş. Sansasyonel bir basın turu gerçekleştiren bu filmi ödül sezonunda da takip ediyor olacağım. Sonraki yazılarda görüşmek dileğiyle!
The Apprentice: Eğer Frankenstein Bir Avukat Olsaydı…