Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Queer: Benliğin Metafizik Arzularıyla Sürreal Bir Dans

Queer: Benliğin Metafizik Arzularıyla Sürreal Bir Dans

Yazar: Şeyda Taşkıner

Queer: Benliğin Metafizik Arzularıyla Sürreal Bir Dans

Yönetmen koltuğunda Luca Guadagnino’nun oturduğu, MUBI tarafından yaratılan ve ilk kez geçtiğimiz yılki Venedik Film Festivali’nde görücüye çıkan Queer, William S. Burroughs’un aynı adlı romanından uyarlanmış bir eser. Ülkemizde ise MUBI Fest’te gösterilmesi planlanırken, ”toplum barışını tehlikeye atacak provakatif içerik taşıdığı” gerekçesiyle yasaklanması sebebiyle ne yazık ki resmi bir izleyici karşısına çıkamayan film, William Lee (Daniel Craig) ismindeki bir yazarın Meksika’nın başkentinde bir mekanda bir grup gurbetçi ile vakit geçirdiği günlerden birinde gözüne kestirdiği Eugene Allerton (Drew Starkey) ismindeki eski bir gemiciye umutsuzca gönlünü kaptırması ve aslında kendine olan sevgisizliğini ona yansıtarak, onun sevgisini kazanmayı adeta bir hırs ve saplantı haline getirmesi beraberinde gelişen bir dizi olayı merkezine alıyor.

Hikayesinden çok göze oldukça hitap eden ve dönem atmosferini fevkalade yansıtan set dizaynı ile beğeni toplayan filmde, seyirci ilk ve ikinci yarıda adeta iki farklı filmi izliyormuş hissine kapılıyor. Başlangıçta aydınlık ve ferah, klasik retro mekanlarla gündelik diyalogları takip eden film, üçüncü perdeye yaklaşırken gerek karakterlerin yolculuklarındaki mekânsal değişiklikler, gerekse gölgeleme tekniğiyle oluşturulan yoğun atmosfer eşliğinde hikayeyi de oldukça karanlık bir boyuta taşıyor. Filmde anlatılan hikayeyi en ilginç yapan şeylerden biriyse, Burroughs’un gerçek hayatta başına gelen ve eserlerinde sık tekrarladığı gözlemlenen trajik bir kazanın, farklı bir anlatımla yeniden hayata getirilmiş olması.

Hayatının depresif bir döneminde olan ve şehre yeni gelen Allerton’a olan hislerine karşılık bulamadığı gerçeği ve onun kendisine olan kayıtsızlığını sonuna kadar inkar etme eğilimindeki Lee, bu genç adamın kendisiyle geçirdiği vakitlerde her ne kadar onunla fiziksel olarak olabildiğince yakınlaşsa da onun kendisine her zaman ulaşılmayacak bir mesafede olacağını da aslında içten içe biliyor ve Guadagnino bunu seyirciye son derece takdire değer bir somutlukla göstermeyi başarıyor.

Saplantı, gurbetçilik, yalnızlık, mutsuzluk, bağımlılık gibi temaları harmonik bir şekilde ele alırken film aynı zamanda, çok da olağan veya sık bir şekilde karşımıza çıkmayan bedensel varlık veya fiziksel kimlikten ayrılma yani ”disembodiment” temasını sunma girişiminde bulunuyor. Girişim diye bahsetme sebebim ise bu temanın filmde iki farklı karakterden birer kez duyduğumuz, Türkçe’ye çevirebildiğim en yakın haliyle ”Ben kuir değilim, bedensizim” şeklindeki bir cümle ile sınırlı kalması. Oysa ki bu tema daha derinlemesine işlenebilseydi filmi çok daha farklı boyutlara ve daha da gerçekdışı bir anlatıya taşıyabilirdi diye düşünüyorum ve bu durum tam da puanımı kırdığım nokta oluyor.

Lee’nin Allerton ile umutsuzca ve neredeyse platonik sayılacak derecede karşılıksız bir romantizm yaşaması, zaman zaman bu karakter adına utandıran fevkalade ”cringe” sahnelere ev sahipliği yapıyor ancak kesinlikle çok gerçekçi göründüğü için bu sahneler bence hem filmin anlatısına, hem karakterin oluşumuna, hem de Daniel Craig’in filmde gösterdiği oyunculuk performansına oldukça olumlu yansıyor.

Allerton’ın kayıtsızlığına karşın belirli seviyede bir yakınlık kuran ikili, filmin sonlarına doğru Lee’nin bir makalede okuyarak etkilendiği ve bir başka takıntısı haline getirmiş olduğu ”yage” isimli, telepatiye olanak sağladığı düşünülen bir bitkinin arayışında tropikal ormanlarla ve çeşitli keşiflerle dolu bir Güney Amerika yolculuğuna çıkıyor. Alt metinde bunu partneri ile deneyimlemek istediği mesajı verilse de Lee’nin neden telepati arayışında olduğu seyirciye kesin bir şekilde bildirilmiyor ki bu tercih de filmin gizemine gizem kattığı için bana oldukça mantıklı görünmüştü.

Yerli halktan görüştüğü kişiler aracılığıyla Lesley Manville’in olağanüstü oyunculuğuyla hayat verdiği Doctor Cotter isimli şifacı bir kadının ormanlık bir arazinin derinlerindeki yılanlarla, egzotik hayvanlarla ve bitkilerle çevrili mistik mülkünü ziyaret eden çift ne yapıp edip sonunda yage bitkisine ulaşmayı başarıyor. Allerton ve halihazırda da hayatını tehdit edecek boyutta uyuşturucu maddeye bağımlı olduğunu bildiğimiz Lee, bir çeşit halusinojen etkisi yaratan bu bitkiyi çay formunda tükettiklerinde film nihayet en yoğun gerçekdışı sahneleri seyirciye sunarken, izleyiciyi bu ”bedensel varlığından ayrılmış” karakterin içsel çözülüşüne ulaştırıyor.

Gerek öz tatminsizlik gerekse bağımlılığı ve belki de bundan kaynaklı diğer saplantıları sebebiyle halihazırda sarsıntılı bir benliğe sahip olduğu anlaşılan Lee, filmin sonunda adeta zemin ayaklarının altından çekilmişçesine zihinsel olarak tamamen tepetakla bir duruma geliyor. Lee’nin bağlanma ve aidiyet arzusunun onu yöneltmiş olduğu her yolun, aslında onu içten içe tüketen şeylere dönüşmesi filmde derin bir içsel çatışma olarak sunulurken, Craig’in sergilediği son derece ikna edici oyunculuk yeteneği de bu karmaşık karakterin zihinsel çözülüşünü senaryonun el verdiği ölçüde ortaya koymayı başarıyor.

Queer, olay örgüsü ve karakter inşasıyla paralel olarak kendi içinde zıt oluşturulan atmosferleri ve set dizaynı ile görsel bir ziyafet sunarken, sembolik ve gizemli anlatısı ile de seyircinin merakını sürekli canlı tutuyor ve bu sayede son derece durağan olan temposu bile izleyiciyi sıkmadan filmin içine çekiyor. Filmin bütünlüğünü sağlayacak ve pekiştirecek şekilde seçilen şarkılar da sahnelerin duygusal yoğunluğunu şekillendiriyor. Tüm bu elementler bir araya gelerek ortaya uyumlu ve dikkatlice detaylandırılmış bir sinematik anlatı sunuyor.

Son olarak şunu söylemek istiyorum ki, Queer’in ülkemizde karşılaştığı bu tatsız gösterim engelini, sanatın dokunulmaz ifade özgürlüğü açısından üzücü ve endişe verici bir dayatma olarak değerlendiriyorum. Sanatın görünürlüğünün kitleler ve bireyler üzerinde baskı kurmadan var olması gerektiğine inanıyorum ve sansürün bu görünürlüğü yalnızca engellemediğini, aynı zamanda çeşitli duyguların, düşüncelerin ve deneyimlerin paylaşılmasının önünde büsbütün bir engel oluşturduğunu düşünüyorum. Bu yüzden sansürün karşısında duruyorum ve seyircilerin nasıl içerikler tüketip tüketmeyeceklerine özgür iradeleri ile karar vermeleri gerektiğini savunuyorum.

Queer: Benliğin Metafizik Arzularıyla Sürreal Bir Dans

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...