Port Authority: Etkileyici Bir Trans Drama (İKSV Özel)
Port Authority, Cannes Film Festivali’nde “Un Certain Regard” bölümünde gösterilen benim ise İKSV Film Festivali’nin ocak seçkisinde izlemeye fırsat bulduğum yapımcıları arasında Martin Scorsese ismini gördüğümüz, yönetmenliğini ve senaristliğini Danielle Lessovitz’in üstlendiği ve bir “yönetmenin ilk uzun metraj filmine” göre gerçekten ortalama üstü diyebileceğim, New York trans balo kültürünün şatafatlı gecelerinden kalp acıtan bir aşk hikayesini anlatan etkileyici bir dram. Hem çeşitli ırkçılık problemlerine değinen hem de kurduğu kuir karakter çizimleriyle toplumun ‘ötekilerinin’ seslerini duyabileceğimiz yer yer eğlenceli yer yer hüzünlü yapısıyla oldukça keyif aldığım bir yapım oldu.
Öncelikle çok yakın bir zamanda tekrar izlemiş olduğum 1992’de yayınlanan Neil Jordan imzalı “The Crying Game”de de gördüğümüz partnerinin trans olduğunu öğrendikten sonra bundan rahatsızlık duyan, tiksinen ve bunu açıkça belli eden, sorduğu onur kırıcı sorularla da bu tavrına tabir-i caizse tüy diken cishet erkek karakterimizi bu filmde de neredeyse aynı tasvirle görüyoruz. Aradan geçen yirmi dokuz koca yıla rağmen hala çizilen karakterlerin aynı olması, hala yıkılamayan toplum tabuları nedeniyle sinemanın eleştirmen dilinin bu konularda kullanılmaya ihtiyaç duyulması gibi gerçekler beni film boyunca filmin oluşturduğu aşk hikayesinden ziyade daha çok sarsan noktalar oldu.
Lessovitz’in hikayesi Amerika’nın orta batısından gelen cis heteroseksüel beyaz bir genç erkeği merkeze alıyor. Paul (Fionn Whitehead) şehir merkezine indiğinde kız kardeşinin onu beklediğini umuyor. Fakat kime sorsa kız kardeşine ulaşamayınca, çeşitli koruyucu ailelerde de zorlu şartlarda yaşama fikrine sıcak bakmadığından kalacak başka bir yer aramak adına indiği otobüs terminalinde dolaşmaya başlıyor ve eğlenceli halleriyle gözüne çarpan bir grup genç arasında güzelliğiyle dikkat çeken Wye McQueen’den (Leyna Bloom) görür görmez hoşlanıyor. Paul, Wye ile iletişim kurmadan önce kalacak bir yer aramak için şehir metrolarında dolandıktan sonra talihsiz bir saldırıya uğruyor ve o bölgede yaşayan bir sokak çocuğu Lee’nin (McCaul Lombardi) Paul’u kurtarmasıyla karakter çemberimiz genişliyor. Kız kardeşinin de reddiyle kendini yerel bir barınakta bulan Paul, Wye’ı unutamıyor ve onu takip ettiğinde bir çeşit moda, dans, sanat stüdyosuna geliyor.
Bu noktaya kadar klasik bir New York aşk filmi tadında ilerleyen filmin bence asıl parlamaya başladığı yer hikayenin devamı. Wye’ın cinsiyet kimliğinin ortaya çıkmasıyla Paul’un yaşadığı gerilim… Filmin başında da gördüğümüz kendisine eşcinsel olduğu itham edilince bundan yumruk yumruğa kavga edecek kadar rahatsız olan bir karakter Paul. Bunu izleyici olarak bildiğimiz için Wye’a nasıl tepki vereceğini ve aslında filmin ikinci perdesinde nasıl ilerleyeceğini merak ediyoruz.
Yavaş yavaş Paul’un karakter gelişimine, aynı ortama girdiği farklı ırklar farklı cinsel yönelimler kuir altkültürler farklı bakış açılarıyla zihnindeki tüm karanlık perdeleri nasıl tek tek kaldırdığına şahit oluyoruz. Wye bu konuda Paul için büyük bir yol gösterici oluyor. Wye’ın şöyle bir sözü vardı: “Etrafına bakmalısın, sadece yüzeysel bir bakış açısıyla bir şeyleri göremezsin.” Wye Paul’a nasıl bu aydınlanmayı yaşatıyorsa Paul da Wye’ı olduğu gibi kabul etmeye başlıyor. Sonra aralarındaki aşk büyüdükçe çevrelerindeki baskıcı toplumla olan savaşları da büyüyor. Paul tek başına verdiği sınavları şimdi de Wye ile birlikte veriyor.
Oyunculuklar adına hepsinden memnun olduğumu söyleyebilirim. Fionn Whitehead’i en son Christopher Nolan’ın Dunkirk’ünde izlemiş ve yine bayılmıştım. Leyna Bloom’un kendi özel hayatında da trans bir dansçı, model oluşundan ve aynı zamanda aktivist hayat görüşünden dolayı Wye rolü kendisi için biçilmiş kaftan gibi. İnanılmaz iyi taşımış rolünü keşke senaryo Wye ile biraz daha dolu olsaydı demekten kendimi alamadığımı da belirtmeliyim.
Tam bir “slow burn” dediğimiz yavaş yavaş karakterlerini geliştiren olgunlaştıran iyi yazılmış bir film. Teknik açıdan da çok beğendiğimi söyleyebilirim. Özellikle dans sahneleri, başarılı koreografiler, trans kadınların gece kulübündeki çekimleri, saçlar, makyajlar, kostümler, dekorlar nefisti. Dansçıların giyim tarzlarının tam bir “New York Street Style” tadında olması… Görüntü yönetmeni Jomo Fray’in dans sahnelerinde kullandığı geniş açıları Paul ve Wye’ın kişisel sahnelerinde yakın çekimlere yönlendirmesi, bu sayede Paul ve Wye arasındaki duygu yoğunluğunu hissetmemiz… Bunlar küçük küçük çok önemli detaylar oldukları için birleşimleri gerçekten başarılıysa film için çok şey ifade ediyor.
Filmle ilgili sevmediğim noktalar da oldu. Filmi hikaye ve senaryo bazında çok male-centric bulduğumu söyleyebilirim. Bu kadar erkek bakış açısının yanında Wye’ın karakter derinliği ne yazık ki çok sığ kalmıştı. Keşke Wye ile ilgili daha çok detay bilebilsek, onun yaşadıklarını da geçmişini de hissedebilsek, keşke hem kadın başrol hem erkek başrol eşit yeri kaplasaydı hikayede diye düşündüğüm anlar oldu. Hikayedeki bazı noktalar havada kaldı, Paul’un ailesiyle olan geçmişinin detaylarını öğrenemedik, Wye’ın aynı şekilde ama tabi bunlar filmin derdini anlatmasına mani olmayan minik detaylar olarak kaldılar.
Herkesin izlemesini tavsiye ettiğim Port Authority 28 Ocak 2021 Perşembe gününe kadar İKSV çevrimiçi filmler bölümünde yayında. 78/100
Port Authority: Etkileyici Bir Trans Drama (İKSV Özel)
Aylin Şahin’in Diğer Yazıları İçin Tıklayın.