On The Silver Globe: Yasaklara Rağmen
İnsan hep umut eder, arar, düşünür ve yaratır. Hep arayış içindedir. Sadece bunlarla da yetinmez; ne aradığını çoğunlukla bilmediği için endişelidir ve durmak bilmez. Fakat herkes içinde kendi kaosunu taşır ve kaosunu başkalarıyla da paylaşır. Nadiren de olsa, bazıları bu kaosa karşı gelmeye cesaret eder. Bazıları ise yalnızca iyi bir şekilde rol yapar. Herkes, birbiriyle hiç konuşmadan bir anlaşma yapmıştır: Aynı yalanlardan ve gerçekliklerden, sanki yeni değerler yaratacağını düşünerek, tekrar aynı kaosa varır. İnsan, rasyonel ve medeni sandığı ama bir türlü olamadığı ilkel doğasına dönmeyi başarır. İşte tüm bunları, bilimkurgu sinemasının en garip örneklerinden biri olduğunu düşündüğüm Andrzej Zulawski’nin On The Silver Globe (Na Srebrnym Globie) yapımı, şiirsel bir dille abartısız çok iyi anlatıyor, bence.
Detaylı incelemeye geçmeden önce, Zulawski’nin tarihteki politik duruşunu ve dönemin anlayışını bilmek gerekiyor. Yönetmen, 1970 yılları sonrası Polonya sinemasının önemli figürlerinden biri olmasına rağmen, otoritelerle yaşadığı sürtüşmeler ve Diabeł filminin yasaklanması nedeniyle ülkesini terk etmek zorunda kalıyor. Yıllar sonra bir şekilde ülkesine dönerek çekimlerine başladığı On The Silver Globe ile hem sinematografik sınırları hem de otoriteye karşı durmaya devam ediyor. Ancak yine dönemin siyasi baskıları nedeniyle tamamlanamayan film, uzun yıllar sonra yeniden bir araya getirilerek vizyona girmeyi başarıyor.
Yönetmenin, yaşadığı sürgün ve yasaklılığın yarattığı psikolojik etkilerle, çarpıcı görsellikler ve garip bir anlatımla ortaya koyduğu On The Silver Globe, şahsen vermesi gereken rahatsız ediciliği başarıyla veriyor.
Filmin konusuna gelecek olursam, uzayın derinliklerindeki bir gezegende mahsur kalan bir astronot grubu, zamanla yerlilerle bir araya gelerek küçük bir topluluk oluşturur. Ekipteki en deneyimli üyenin beklenmedik ölümüyle, yarattıkları bu küçük toplulukta kısa bir süre sonra sorunlar ortaya çıkmaya başlar. Artan nüfus ve kaynakların sınırlılığı, bireyler arasında güvensizliği ve çatışmaları körükler. Bu yabancı gezegende, medeniyetin tüm kazanımları geride bırakılarak ilkel dürtülere geri dönüş yaşanır. Ekipten geriye hayatta kalan son kişi bir gazetecidir; hem bu olayları kayıt altına almak hem de topluluğun onu kurtarıcı olarak görmesi nedeniyle liderlik etmek zorunda kalırken, yaşanan kötülükler karşısında ne yapacağını bulmaya çalışır.
Filmin alt metninde insanlık, dünya tarihi, ideolojiler ve yasaklamalara sebep olan dönemin otoriterleşen sosyalist yönetim anlayışına karşı sert bir eleştiri yer aldığını söylemek mümkün. Ayrıca, geçmiş yaşamların tekrarı niteliğinde olan dini semboller ve ritüellerle dolu bir dünya ortaya çıkıyor. Hatta açık bir şekilde, Hristiyanlığa dair birçok olay yer alıyor.
Zulawski, başlangıçta olduğu gibi Sovyet rejimini eleştirmekle sınırlı kalmak yerine, evrensel bir sorgulamaya yöneliyor. Modern insanın varoluşsal çelişkilerini ve ideolojilerin yıkıcı gücünü merkeze yerleştirerek iyi yaşam, modern yaşamın temelleri, mitsiz/dinsiz bir hayat ve idealize fikirlerin pratikteki hali gibi birçok sorgulamayı izleyiciye yöneltiyor. İster istemez varoluşun anlamı üzerine detaylı bir tartışma başlatıyor.
Hikaye boyunca psikolojik baskı ve Zulawski’nin pesimist bakış açısı biz izleyiciyi asla yalnız bırakmıyor; İnsanların tarafından tekrarlanan hatalar, yalnızlık psikolojisinin getirdiği duygu durumlar, ölümle birlikte insanın kaderinden kaçamayışı.
Daha önce de belirttiğim gibi filmin hem çekim süreci hem de kurgulanmasındaki engeller yönetmenin yansıtma biçimi haline gelmiş. Filmin sonunda sokaklarda hızla dolaşan kamera açıları, monologlar ve olayların tümünde görebildiğimiz yarım kalmışlık, boş vermişlik hissiyatı veriyor.
Sonuca vardığımda, Żuławski, uygarlık kavramının aslında ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Filmin tonundaki ağır sinematografi, gerici sesler ve müzikler, kamerayı ötegezegenlerin tarafsız bir izleyici gibi konumlandırması; tarih ilerlese de pek değişmeyen otoriterlik, ölüm ve yaşam gibi olgulara karşı çaresizliği gösteriyor. Bunların yanında sürekli ana odak olan iletişimsizlik, yabancılaşma ve şiddet, bu uzay macerasını beklenmedik ilerleyişiyle karanlık bir destana dönüştürüyor. Kısacası, Żuławski’nin diğer filmlerine kıyasla daha kişisel ve izlemesi sabır gerektiren On the Silver Globe, sinemanın sınırlarını zorlayan bir deneyim arayanlar için kaçırılmaması gereken bir yapım.
On The Silver Globe: Yasaklara Rağmen