Licorice Pizza: Arayış İçinde Savrulan Gençlik
70’li yılların California’sında koşuşturan bir büyüme hikâyesine Paul Thomas Anderson merceğinden şahitlik ediyoruz. Kendi ve çevresinin çocukluğundan da izler taşıyan bu yarı biyografik öykü, baştan sona nostaljik bir gezintiye çıkarıyor bizi.
Filmde izlediğimiz herhangi bir sahnenin duygusu bir başka sahnede karşımıza çıkmıyor çünkü hikâye sürekli bir değişim içinde ve bizi Los Angeles sokaklarında seyahat eder hissiyle oradan oraya gezdiriyor. Bu kadar mekan değişikliğine, hikâye gelişimine rağmen temposunu hiç kaybetmeyen bir yapıya sahip. Bu da Paul Thomas Anderson filmlerinin alametifarikası değil midir zaten?
Bu “coming of age” hikâyemizin baş kahramanı 15 yaşındaki Gary Valentine, küçük yaşına rağmen girişimden girişime koşan bir tip. Karakteri canlandıran Cooper Hoffman, hepimizin çok iyi bildiği ve Anderson ile birçok filmde işbirliği yapan, gelmiş geçmiş en iyi aktörlerden biri olan Philip Seymour Hoffman’ın oğlu. Bir diğer başrolümüz ise Anderson’ın aile dostu olan, kardeşleri ile kurduğu “Haim” grubuyla yaptığı müziklerden tanıdığımız Alana Haim’in canlandırdığı Alana Kane karakteri.
Henüz açılış sahnesinde, bir okul yıllığının fotoğraf çekiminde bu ikilinin tanışmasını içeren 4 dakikalık tek plan sahne sayesinde farklı bir deneyim yaşayacağımızı anlıyoruz. İlk plan bitince kendi kendime dedim ki ‘Paul Thomas Anderson yine büyüleyici işlere imza atmış ve bu, bizi farklı bir filmin beklediğinin habercisi’. Klasik bir büyüme hikâyesi olmadığı her sahnede git gide pekişiyor. Genelde bu tarz filmlerde karakterin büyümesi, olgunlaşması ya da uğruna yola çıktığı amacı elde etmesi gibi bir senaryo iskeletiyle karşılaşırız. İlk sahnelerde karakterin motivasyonunu anlar ve ona ulaşmasını seyrederiz. Licorice Pizza’da ise bu steril öykü yapısını kabul etmeyen, kendi çizgisini kendi çizen bir yapım ile karşı karşıyayız.
İlk sahnede kendini tanıtırken oyuncu olduğunu söyleyen ve küçük rollerinden büyük bir gururla bahseden Gary, kalabalık çocuk kadrosu olan bir müzikalde yer aldığını söyler. Zaman geçtikçe bu tarz küçük çocuk castı için yeterince küçük olmadığını fakat büyük roller için de yeterince deneyimi olmadığını fark eder. Bu farkındalık ile oyunculuk serüvenini noktalayarak küçük yaşına rağmen bir takım girişimlere soyunur. İlk önce su yatağı işine girer fakat elinde olmayan sebeplerden ötürü batar. Bu işten sonra pinball makinelerinin eyalette yasallaşması ile bir arcade oyun salonu açar ve arkadaşlarıyla beraber burayı işletmeye başlar. Bir nevi modern insan dertlerinden biri olan “her konuda bilgisi var fakat hiçbir konuda tam bilgili değil” sendromu yaşayan karakterimiz bu kadar cesur ve girişken olmasına rağmen hiçbir yerde tam anlamıyla tutunamaz.
Diğer karakterimiz Alana ise filmde yaşını tam olarak hiç öğrenemesek de Gary’den 8-10 yaş büyük biridir. Yıllık fotoğraflarını çeken fotoğrafçıda çalışan Alana, henüz filmin ilk planında Gary’e çekim öncesinde ayna tutarak yardımcı oluyor. Güzel bir ‘onda kendini görme’ anlatımı ile karakterlerimizin kaderinin kesiştiğini ayan beyan izlemiş oluyoruz. Bu sahne sonrası kaçınılmaz yakınlaşma ile beraber su yatağı işine girerler. Gary’nin oyunculuğu, Alana’nın ise fotoğrafçılığı bıraktığı süreçte birbirlerine dayanak olup dönemin rüzgarında savrulmamaya çalışırlar. Aralarındaki bağın klasik bir aşk hikâyesine dönüşmemesi de filmi değerli kılan şeylerden biri. Çünkü iki karakterimizin hayata beraber atılmasındaki sebep, aralarındaki romantik ilişki değil; inşa edecekleri hayata dair bilinmezlikler, bu bilinmezliklere karşı beraber göğüs germeleri ve bu birliğin sonucu olarak yaşadıkları düş yıkımlarıdır. Hiçbir konuda dikiş tutturamayan karakterlerin günlük yaşamda her an karşılaşabildiğimiz kişiler olması ve bazı diğer yapımlardaki gibi Yunan tanrısı gibi vücutlarla ahkam kesmemeleri, seyircinin daha çabuk adapte olup, karakterler ile empati kurma dozunu arttırıyor. Yönetmenin birçok sahnede mercek parlamalarına yer vermesi ise hem California’nın güneşli günlerini harika anlatırken bir yandan da Punch-Drunk Love filmini hatırlatıyor bize.
Su yatağı işlerinin bir petrol ambargosu sonucu batması ile film, dönemin ruhunu bir kez daha gözler önüne getiriyor. Evet, genelinde 70’ler romantizmi, geçmişe duyulan özlemi görebiliyoruz fakat film bunu duygu sömürüsü yapmayıp dönemin gerçekliği ile yüzümüze vuruyor. 70’li yıllar, Hollywood tarafından birçok açıdan dönüm noktası olduğu kadar filmlerde de işlenen bir temadır aynı zamanda. Yine Paul Thomas Anderson imzalı Boogie Nights ve Inherent Vice gibi, Tarantino’nun Once Upon a Time in Hollywood’u, Cameron Crowe’un Almost Famous’ı ya da Richard Linklater’ın Dazed and Confused’u gibi birçok filmde o yılların çeşit çeşit yansımalarını görmüştük.
70’lerden bahsetmişken filmin müziklerinden bahsetmemek olmaz. Baştan sona müzik ziyafeti olan film, karakterlerimizin sürekli bir koşuşturma içinde olduğu sahnelerde o kadar etkili ki seyirciyi vintage bir plağın üstüne bindirip California sokaklarında oradan oraya uçururcasına hiç yaşamadığımız zamanlara, havasını solumadığımız coğrafyalara özlem duymamızı sağlıyor. Birçok ünlü ismi kulaklarımıza misafir eden film müzikleri albümünde Nina Simone, David Bowie, The Doors, Gordon Lighfoot, Clarence Carter gibi isimler yer alıyor. Ayrıca albümde bir de Jonny Greenwood’un Licorice Pizza bestesi bulunuyor.
Film sürekli bir ilerleyiş ve karakterler sürekli arayış halinde olduğu için ana hikâyenin yanında farklı farklı yan hikâyecikler yaşanmakta. Gary’nin bir cinayet soruşturmasına tabii tutulması, rol arkadaşı Lance ile Alana arasındaki ilişki gibi sahneler örnek verilebilir. Aynı şekilde Alana’nın kısa bir süre oyunculuğa özendiği sahnelerde Sean Penn ve Tom Waits’i, bir siyasinin gönüllü çalışanı olduğu sahnelerde Benny Safdie’yi ve su yatağı satışları sırasında da Bradley Cooper’ı görmekteyiz. Bu isimleri kısa süreli de olsa filmde izlemek keyifliydi fakat bu sahnelerin filme bıraktığı bölük pörçük izlenim herkese aynı tadı vermeyebilir. Bu şekilde sonuca varmayan ve dönemin sosyopolitik yapısını gözler önüne sermek için araya serpiştirilen sahneler bir süre sonra Robert Altman’ın Short Cuts filmine benzer bir tat bıraktı. Brechtyen bir yapıya kayan anlatı, hayatın akışına tutunma ve var olma mücadelesini izlediğimiz karakterleri tanıma konusunda çok etkili oluyor. Yönetmen tarafından bilinçli olarak uygulanan bu yöntem bakalım yıllar içinde nasıl hatırlanacak, merak ediyorum.
Düşüncelerimi kısaca toplamak gerekirse; Licorice Pizza, karakterlerini benimseme konusunda en kolay ve naif içerikli Paul Thomas Anderson filmi olabilir. Renk paletlerinden dekoruna, müziklerinden hissiyatına çok güzel bir dönem anlatısı deneyimi sağlıyor. Yönetmenin ustalıkla icra ettiği, filmin başındaki tanışma ya da fuar sahnesindeki tek plan çekimler harika bir etki bırakıyor seyirci üstünde. Yer yer epizodik kurguya kaçması herkese hitap etmese bile eğlenceyi ve karamsarlığı tek potada eriten yapısıyla, koşuşturmanın içinde kaybolan gençlerin yetişkinliğe dair dertleriyle iyi ki izlemişim dedirtiyor. 7 Ocak’ta Türkiye’de de vizyona giren filmi, projeksiyon ışığını kısmayan ve eseri karanlığa boğmayan sinema salonlarında deneyimlemenizi tavsiye ederim. Başka içeriklerde görüşmek dileğiyle, sinemanın büyülü dünyasında kalın…
Licorice Pizza: Arayış İçinde Savrulan Gençlik