Last Night in Soho: Gizemli Londra’ya Büyüleyici Yolculuk
2021 yapımı olan Last Night in Soho’nun yönetmenlik koltuğunda, kendisinin bu türdeki ilk denemesi olan; psikolojik-gerilim ve gizem konseptlerine adım atan Edgar Wright oturuyor. Filmin oyuncu kadrosunda ise Thomasin McKenzie (Eloise), Anya Taylor-Joy (Sandie), Matt Smith (Jack) ve Diana Rigg (Ms. Collins) bulunuyor.
İncelememize geçmeden önce yönetmenin geçmişteki filmlerine de değinmekte bir fayda var. Sinemaseverler özelinde artık Edgar Wright’in ismini duymayan kalmamıştır. İlk olarak Wright’ı ‘’Cornetto Üçlemesi’’ ile duyduk. Antoloji serisi olan bu üçlemenin ilk filmi Shaun of the Dead gerçekten de zombi konseptine komedi bakış açısıyla çok iyi yaklaşmıştı. Hot Fuzz ise ismini 2000’lerin en komik filmleri listesinde görebileceğiniz çok keyifli bir yapımdı. Scott Pilgrim vs. The World ise bir çizgi roman nasıl uyarlanmalı sorusuna cevap niteliğindeki filmlerden biriydi. Yönettiği son film Tam Gaz ise soygun konseptine romantizmi de ekleyebilmiş, ismi hatırlanacak çok keyifli bir seyirlikti. Bütün bunları sizlere özetlememin sebebi, Last Night in Soho’nun fragmanını bile izlediğinizde kameranın arkasında kim var sorusuna yönelik aklımıza gelecek son yönetmenin Edgar Wright olmasıydı. Kendisinin tam bir sinema tutkunu olduğunu ve binlerce filme hâkim olduğu bilinen bir şeydi ama bu gizem barındıran filmi yönetmesi açıkçası Wright’ın kariyerinin en büyük sınavıydı. Ve şunu söylemek mümkün ki Wright kariyerinin en büyük sınavını hakkıyla geçmeyi başarmış. Bu filmi sinemada izlemiş biri olarak söylüyorum, filmin kademeli kademeli arttırdığı üstüne gerilim serpiştirilmiş gizem ve merak unsurları o kadar lezizdi ki salonda tek olmamın da avantajıyla film arasında görevlilere ara vermemeleri ve filmi oynatmaları için ricada bulundum çünkü bu filmden bir an için bile olsa kopmak istemedim.
Edgar Wright’ın oyuncularından performans alma konusunda iyi bir isim olduğu zaten hepimizin bildiği bir durum. Ama bu filmde Thomasin McKenzie ve Anya Taylor Joy aralarında paslaşmalarıyla bu gerilim ve gizem içeren havayı bizlere o kadar güzel performanslarla yansıtmışlar ki filmden alabileceğimiz keyif de bununla beraber daha da fazla artmış. Matt Smith, yan karakter olarak az bir ekran süresine sahip olsa da filmde önce imrendiğimiz sonra da nefret ettiğimiz bir karakteri çok güzel canlandırmayı başarabilmiş. Wright’ın ise bu performansları da arkasına alarak film içerisinde nasıl şeyleri başardığını da biraz sonra değineceğiz.
Bu kısımdan sonra konuşacaklarımız filme dair bazı spoilerlar içerecek, uyarımızı yapmış olalım sizlere. Thomasin McKenzie’nin canlandırdığı Eloise karakteriyle filmimizin açılışını yapıyor Wright. Kendisini taşra bir yerde yaşarken Londra’da bir moda okuluna kabul edilişini görüyoruz. Bu kısımdan önce Eloise’e anneannesi tarafından Londra’nın ne kadar tehlikeli bir yer olduğunun ve annesinin buna katlanamayarak intihar ettiğinin uyarısı yapılıyor. Sonra Eloise ile beraber biz de Londra’ya geçiyoruz; önce tren sonra da taksiyle. Daha sonra buna değinecek olsam bile söylemeden geçemeyeceğim; filmin o kadar muazzam bir sinematografisi ve prodüksiyonu var ki siz de filmin içerisine giriyorsunuz. Gerek günümüz gerek 60’ların Londra’sında geziyoruz bütün film boyunca. Eloise’in Londra’ya gelişinden itibaren önce kendisine sarkıntılık yapan taksici olsun, kendisini küçümseyen yeni tanıştığı yurt arkadaşları olsun; Edgar Wright hem karakterimizin hem de bizim artık konfor alanından çıktığımızı ve tehlikeli bölgelere geçiş yaptığımızı sürekli vurguluyor. Zaten film katman katman verebildiği olay ve olgular sebebiyle bu kadar başarılı. Daha sonra karakterimiz Eloise’in yurt ortamına alışamadığını ve yaşlı bir kadının evinde kiraya çıktığını görüyoruz. Zaten filmin başlangıcı da bu kısımdan sonra gerçekleşiyor ve Anya-Taylor’un canlandırdığı Sandie karakteri devreye giriyor. Eloise, geceleri Sandie karakterine dönüşerek 1960’lara doğru gidiyor; Sandie karakterini büyük mekânlarda şarkı söyleyip dans etmek isterkenki macerasını ve onun tutkusunu görüyoruz, Matt Smith’in canlandırdığı Jack ise onun tırnak içerisinde menajeri olarak bizleri selamlıyor. Düşündüğümüz şey ise acaba Eloise kişilik bölünmesi mi yaşıyor sorusu çünkü karakterimizin psikolojik olarak ne kadar kötü durumda olduğunu filmde rahatça görebiliyoruz.
Wright’ın ise burada katmanlara ayırarak sunduğu gerilim ise, Sandie karakterinden büyük bir yıldız olması için menajeri Jack tarafından, büyük para babalarını yine tırnak içerisinde söylüyorum memnun etmesi isteniyor ve biz filmin bu kısmında yozlaşmış ve kirli Londra’yı görüyoruz. Zaten filmin giriş ve gelişme kısmında tırmanarak çıktığı seviye gerçekten de çok özel. Sandie’nin mahvolan hayatı Eloise’in de hayatını mahvediyor ve biz izleyiciler filmin içerisine daha da fazla çekiliyoruz. Sandie’nin, bu gece hayatında ona içki ısmarlayan her erkek ile birlikte olduğunu görüyoruz ve bu kişiler birer hayalete dönüşerek Eloise’in hayatına adeta musallat oluyor. Daha önce gerilim türünde bir imzası olmayan yönetmen Wright filmin bu kısımlarını gerçekten irkilerek izlememize sebep oluyor. Daha sonra Eloise, gördüğü bu görüntülerde Sandie’nin menajeri Jack tarafından öldürüldüğünü görüyor ve işi gerçek hayata iyice taşıyarak Sandie’nin kim olduğunu ve neden öldürüldüğünü bulmaya çalışıyor. Burada şunu söylemek mühim, filmin pazarlaması gerçekten çok yanlış bir yol izlemiş. Bu bahsettiğim Sandie’nin cinayeti filmin yarısından sonra gerçekleşen bir an olmasına rağmen fragmanı açtığınız zaman bu kesitleri direk olarak yerleştirdiklerini görebiliriz. İzleyiciye direk filmin çözüm kısımlarından birini böylesine vermek oldukça yanlış bir hareket. Filmin sonuç kısmına geldiğimizde ise, Sandie karakterinin aslında Eloise’in kiralık olarak yanına taşındığı yaşlı kadın Ms. Collins olduğunu öğreniyoruz ve meğerse hayalet olarak gördüğümüz o erkeklerin hepsinin Sandie tarafından öldürüldüğünü öğreniyoruz. Bu yaşlı hanım Eloise’i öldürmeye çalışıyor ve başarısız oluyor, daha sonra da Eloise’in normal yaşama döndüğünü görüyoruz. Last Night in Soho’nun aldığı eleştirilerde her ne kadar film övülse de son yirmi dakikasının kötü olduğu birçok eleştirmen tarafından vurgulanmıştı. Ben de filmin sonuç kısmına direk kötü diyemesem de, giriş ve gelişme kısmının ne kadar iyi bir seviyeye yükselebildiğini söylemiştim. Filmin sonuç kısmı, içinde iyi bir ters-köşe barındırsa da kesinlikle filmin geri kalanına yaklaşamıyor ve açıkçası da ortalamayı bu nedenden dolayı düşürüyor. Bize bu kadar iyi bir hikayeyi anlatan Edgar Wright sanki filmin sonunu acele yazmış gibi bir hissiyata kapılıyoruz film bittiğinde. Yani bu kadar övdüğüm filmin final kısmının da böyle olması açıkçası hafif bir burukluk yaratıyor bende de. Ama rahatlıkla söyleyebileceğim şu ki, finalinden hoşnut olmasam bile bu filme sinemada gittiğim ve vakit ayırdığım için gerçekten çok memnunum. Filmin bizlere verdiği bu keyfi, finali bile baltalayamıyor açıkçası. İzleyicilerin yorumlarına baktığımız zaman da, filmin bu başarısını görebilmek mümkün oluyor.
Edgar Wright, hikâyesini oldukça merak uyandıracak bir şekilde anlatmayı başarırken, filmin muhteşem görüntüleriyle de bizleri büyülemeyi başarabiliyor. Kağıt üstünde baktığımız zaman, 60’ların ve günümüzün Londra’sını anlatan bir sinematografi daha önce bu kadar örneği varken nasıl ön plana çıkabilir diye düşünmeden elde edememiştim. Filmi izledikten sonra söyleyebileceğim ise, filmin sunduğu görüntüler ayrı bir paragrafta konuşulmaya değecek kadar iyi. Zaten filmin başlarında Eloise Londra’ya gelince, biz de Londra’ya gidiyoruz ve şehrin büyüsüne, atmosferine hayran kalıyoruz. Sokak seviyesine iniyoruz ve orada bir yürüyüş yapabiliyoruz. Geçmişe gittiğimizde ise, Londra’nın nostaljisi bizleri büyülüyor adeta. Daha önce gitmediğim o nostaljik ve elit eğlence mekanlarına gitmiş gibi hissettim adeta. Bu övgüleri hak eden isimler ise filmin görüntü yönetmeni Chung-hoon Chung ve prodüksiyon tasarımından sorunlu Marcus Rowland olmuş. Gerçekten şahane.
Film, bizi geçmişe götürürken geçmişin müziklerini de bize dinletmeyi ihmal etmemiş. Filmi izlerken sürekli elim telefonuma Shazam uygulamasını açmaya doğru gitti, filmden çıktığımda da soundtrack listesinin gerçekten oldukça kabarmış olduğunu gördüm ve açıkçası hangisini keşfedeceğimi şaşırdım kelimenin tam anlamıyla. Bu kadar çeşitlilik içeren bu soundtrack açıkçası filme iyi anlamda çok büyük katkılar sunmuş. Filmden sonra izleyicilerin, hangi müzik nerde çalıyordu gibi arayışlarını internetten okumak da büyük bir keyif oldu.
Toparlamak gerekirse, Last Night in Soho kesinlikle vaktinizi ayıracağınıza pişman olmayacağınız, barındırdığı gizem ve gerilimle sizi filmin içerisine alacak ve bir saniye bile sıkmayacak, muhteşem görsellik ve müzikleriyle oldukça keyifli vakit geçirtecek çok iyi bir film olmuş. Edgar Wright’ın komedi yönetmeni klasmanından, hangi filmi o yönetmiş sorusunu sorduracak bir yönetmene dönüştüğünü de artık bu filmle beraber iyice görebiliyoruz.
Last Night in Soho: Gizemli Londra’ya Büyüleyici Yolculuk