Lamb: Kuzuların Sesliliği
Ne zaman bir A24 filmi izlemek için otursam, kendimi garip ve beklenmedik bir durumun içinde bulacağımı bilirim ki bu, neredeyse her zaman çok iyi bir şey olur. Son filmleri Lamb beni tamamen şaşırttı. İzledikten sonra filmi bir bütün olarak değerlendirmek için birkaç saat ayırmam gerekti ve hâlâ ne izlediğimi yüzde yüz bilmiyormuş gibi hissetsem de, gerçekten çok sevdiğimi biliyorum. A24’ün ‘folk horroresk’ alanlarda yer alan diğer filmlerinde olduğu gibi, Lamb’ın da izleyiciler arasında bölücü tepkilere yol açacak bir ‘Marmite’ filmi olabileceğini görebiliyorum. (Ben, Robert Eggers’ın mevcut ürünlerini seven ama bazıları arasında çok popüler olan Ari Aster’in filmlerine pek saygı duymayan bir gruptanım; ama birinin zehri diğerinin ilacıdır.) Lamb’a gelince, bazı izleyicilerin neden beğenmediğini anlayabiliyorum ama ben şahsen, masalsı bir anlatımın ipuçlarını taşıyan alışılmadık bir öykünün iyi işlendiğini düşündüm.
Filmde geçen hayvan ölümlerine karşı hassasiyeti olan izleyiciler için belirtmek gerekir ki filmde iki hayvan ölümü tasvir ediliyor. Bunlardan ilkinin belirli bir anlatı rolü var; ancak ikincisi tartışmalı bir şekilde gereksiz fakat filmin gerçek birkaç ‘korku’ anından biri olarak hizmet ediyor. Lamb, çoğunlukla bir ‘korku’ filmi olarak değil, bir aile dramı olarak (çok tuhaf bir film olsa da) ilerliyor; ancak filmin finali, filmi korku türüne sıkı sıkıya bağlıyor.
Yönetmen Valdimar Jóhannsson’un ebeveynlik, aile ve doğa üzerine kafa yorduğu, sürükleyici ve kendinden emin ilk yönetmenlik denemesi olan İzlanda yapımı pastoral gerilim filmi Lamb’da Maria (Noomi Rapace) ve Ingvar (Hilmir Snær Guðnason) gözle görülür biçimde mutsuzdur. Zamanda donmuş gibi görünen uzak, dağlık bir arazide yaşayan kırsal kesim çiftçileri neredeyse hiç konuşmuyor ya da gülümsemiyorlar. Sert yüzlü ve kaslı bir duruşa sahip olan bu çalışkan çift, topraklarını sürerek, ürünlerini hasat ederek ve kuzu, koyun, atlardan oluşan hayvanlarına aynı ciddiyetle ve neşesiz bir adanmışlıkla bakarak günlerini geçiriyor. Sessiz ve keskin renkler, buz gibi gökyüzü ve korkutucu ses manzaralarından oluşan bu sakin manzaraya nüfuz eden atmosferde bir kayıp hissinin kokusunu alabiliyorsunuz. Radyoda Noel müziği var ama havada alışılagelmiş tatil neşesinden eser yok. Ve dışarıda bir yerlerde, vahşi doğada, sinsi bir canavar çiftin ahırının etrafında dolaşıyor.
Filmin akışı buzul gibi yavaş ilerliyor. Yavaş ilerleyen filmleri gerçekten sevdiğim için bu durum bana göre bir sorun değil ve burada hem olay örgüsüne hem de ortama gerçekten çok uyuyor. İzlanda manzarasının ıssız güzelliği atmosferik, içe dönük dramaya katkıda bulunuyor ve filmdeki görüntüler kasvetli derecede güzel aslında. Yani film, ortalama bir sinema izleyicisi için değil – tabii ki de bence bu böyle. Fakat metodik bir yapısı da var filmin. Mesela bir karakter kadraja girmeden önce ve rolünü tamamladıktan sonra birkaç dakika boyunca filmin dünyasında yaşayabiliyoruz. Bu tarz, seyirciyi dünyaya girmeye ve karakterlerin hissettiklerini hissetmeye teşvik ederken kesintisiz İzlanda manzarasının tadını çıkarmamıza da izin veriyor.
Çocuğun doğumundan önce çiftin varoluş biçimleri ve ağırlıkları, çocuğun –ki nasıl bir çocuk olduğunu şahit olacaksınız– doğumundan sonra yıllanmış bir neşe olarak karşımıza çıkıyor. Hikâyesi oldukça ilginç olan ve karakterleri oldukça derin işlenen film, yukarıda da bahsettiğim gibi yavaş işlemesinden dolayı, kasıtlı şekilde kurgusunun özenli oluşuna dikkat çektiriyor. Görüntü yönetmeni Eli Erenson’ın Béla Tarr’ın esrarengiz tarzını hatırlatan ürkütücü, sisli objektifinden bakarak izleyeceğiniz eşsiz bir tat diyebilirim. Benim gibi bir “evreka” anı yaşamasanız dahi gününüzün bazı anları bu filmi düşünerek geçecek. Bir şans tanıyın derim.
Lamb: Kuzuların Sesliliği