Karanlık Gece ile Kar ve Ayı’nın Yeni Türkiye’sine Dair İzlenimler
Herkese merhaba! 21 Ekim itibarıyla başlayan Boğaziçi Film Festivali’nde Toronto’da açılan Kar ve Ayı ile geçtiğimiz haftalarda Antalya’da Altın Portakal’ı kucaklayan Karanlık Gece’yi izleme fırsatı buldum. Ekip katılımlı bu iki filmin gösterimlerindeki seyirci reaksiyonları, soru-cevaplarda ortaya çıkan bakış açıları ve en çok da son dönem Türkiye’sine dair açtıkları, dertlendikleri konular çok benzer geldi bana. Yönetmenler kendilerine mikrofon uzatıldığında filmlerindeki referansları, kazıp çıkarmak istedikleri gömülü gerçekleri net bir şekilde belirtmediklerinden olacak, bu benzerliklerin konumlarını koordinatlarına kadar göster(e)meden daha soyut, varsayımsal bir yazıyla ele almak geldi içimden. İyi okumalar dilerim.
24 Ekim akşamı Kadıköy Sineması’nda Karanlık Gece’yi dopdolu bir salon ile seyrettim. Özcan Alper’in Sonbahar’ın (2008) başında gösterdiği buluntu görüntüler, hapishaneden, sokaklardan yükselen çığlıklar, haykırışlar daha sesini azaltmış, Hayata Dönüş Operasyonu’nun zanlılarından biri geçmişinden kurtulmaya çalışıyormuş gibi sanki bu sefer. Bizim detaylarını ancak sonlara doğru öğreneceğimiz büyük günahın kâbusları bir musallat gibi hem düzgün akışlı kurgunun, hem de ana karakterin tepesine konuyor sık sık. Orçun Benli’nin 90’larda içinde bulunduğu haksız şiddetin travmalarını takıntı haline getirmiş bir polisi seyrettiği Gelincik (2020) ile yakın bir konumları var anlatı odağı olarak. Ancak Özcan Alper’in ana karakterini diken üstünde tutma gücü, sağın mağdurlarını yenik, dirençsiz halleriyle kabullenme isteği yanında daha güçsüz, affedici ve sözü dolaylı olmaya meyilli.
“Film özellikle finalde bir kıvılcım yaratsın, izleyenlere küçük bir umut çağrısında bulunabilsin istedim.” Diyor Alper film sonrasında. Ait olduğunu düşündüğü solun bildiklerinden vazgeçmeyen, haklarını savunması gerektiği insanları ötekileştiren tutumlarına şahit oldukça tekrar tekrar şaşırdığının, artık iki kutucuktan birini işaretlemenin zor geldiğinin altını çiziyor neredeyse her cevabında. İlham kaynağı, bölgedeki haberlerin gönderildiğini söylediği “Karadenizli Entelektüeller” adlı WhatsApp grubu diye buradan duyurmayı çok isterdim ama kendisi bile tam olarak neyi okuyup, görüp, dinleyip senaryoyu yazmaya başladığından hiç emin değil. Kapanlarla dolu ormanlarda, kesikli anılarda ve insanların belirsiz geleceklerinde aradığı hikâyelerin ayak izleri öyle tek seferde değil, uzun uzun yürüyüşlerle birikmiş. Belki o yüzden karanlık bir gecenin sabaha, yıllar sonrasına bıraktıkları fazla tanıdık, belki yanlış temsillerle dolu. Çünkü Özcan Alper’in derdi, şu ana kadar yazdıklarında değil, hep köşesinden döndüğü diğer ihtimallerde, artık kaynağını saptayamadığını fark edip dönüp baktığı, ayak izlerinin başladığı yerde.
26 Ekim akşamı Kadıköy Sineması’nda Kar ve Ayı gösterimi yapıldı. Bir kayıp vakası sonrası içlerinde kimsenin varlığından emin olamadığı bir ayı da olan şüphelileri buz gibi bir kış atmosferinde sopsoğuk bir gerilimle, çok küçük salon reaksiyonları eşliğinde takip ettik. Filmin yönetmeni Selcen Ergun’un henüz ilk uzun metrajını izlediğimizden kariyerinin gerisine dönük bir tespit yapmak mümkün değil elbette ama Türkiye’ye alegorik bir doğa anlatısı üzerinden yaklaştığı için çeşitli karşılaştırmalarda bulunabiliriz. Doğruya doğru, şu ana kadar politik bir sinema ekolü oluşturamadığımız bu ülkede –özellikle 2000 sonrası- gündeme dair sözü olan ne kadar yapım varsa çoğu erkek elinden çıkan, anlatılandan daha büyük bir resme bakmamız gerektiğini hatırlatan işler oldu. Bazen bir otobüs, gemi, şantiye ve en çok da daracık kasabalar, kimliksiz ve zamansız mekânlar ev sahipliği yaptı öfke dolu savunmalarımıza. Kar ve Ayı’nın azıcık daha yakından bakıldığında taşra öykücülüğünden, şehirliyle yerel halkın beklendik çatışmalarından kopması da bir tesadüf değil. Gözü hep daha yükseklerde, buğulu referanslarda olan, sanki uzun yılların yorgunluğunu, deneyimini taşıyan bir sinema bu. Misal son dönemdeki kadın yönetmenlerden Azra Deniz Okyay ve Nisan Dağ’ın ilk uzun metrajlarındaki heyecandan, duyurdukları açık çağrıdan uzak bir olgunluk, Özcan Alper’in filmindeki gibi sessiz bir direniş hissediliyor.
“Filmin ana karakteri Aslı, nasıl dışarıya kapalı bir kasabada güçlü ve sessiz kalıyor, hayatta kalmayı böyle seçiyorsa ben de misal iş yerinde karşılaştığım bir olayda yaşadığım baskıyı kendi yöntemlerimle savuşturuyorum. Şu an bu salondaki her kadının kendine ait bir direniş şekli var. Benim anlattığım içimizden herhangi birinin hikâyesiydi.” Şeklinde bir açıklamada bulundu yönetmen söyleşi sırasında. Karanlık Gece ile Kar ve Ayı’nın hem en benzedikleri hem de en ayrıştıkları nokta bu diye düşünüyorum. Alper, yaşadıkları sonrasında doğruluklarından şüphe duymaya başladığı inançlarına cevap veriyor, kendini ilk filmindeki esintilerde tekrar yüzmeye itiyorken Ergun, henüz çektiği ilk uzun metrajında benzer kaygılar taşıdığı yönetmenlerin hepsinin metotlarını en titiz şekilde teneffüs etmiş, belki kendi sesini bulmakta zorlanan ancak müthiş kontrollü bir filmle karşımıza çıkıyor. Mikro evrenlere sığdırdıkları taşranın toprakları birine daha eski, birine ise daha tehlikeli geliyor sanki. Ama karlar altında veya kana bulanmış cesetlerle dolu bu coğrafyada neslinin tükenmesini, uğultularının dinmesini isteyerek girdiklerinin inleri aynı, hep kapkaranlık, küçük umutları sahiplenmeye mecbur bırakan türden.
Karanlık Gece ile Kar ve Ayı’nın Yeni Türkiye’sine Dair İzlenimler