Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Hard Truths: Yağmur Yüklü Bi̇r Buluttum Çok Eski̇den 

Hard Truths: Yağmur Yüklü Bi̇r Buluttum Çok Eski̇den 

Yazar: Ömer Acıoğlu

Hard Truths: Yağmur Yüklü Bi̇r Buluttum Çok Eski̇den 

Herkese tünaydınlar. Bugün, bomboş bir İstanbul sabahında, Levent’te ÖzdilekPark Alışveriş Merkezi’nden tüm sinemaseverlere selamlarımı gönderiyorum. Bugün yazacağım filmin adı, usta yönetmen Mike Leigh’in altı yıl sonra çektiği yeni filmi Hard Truths. Başrollerinde Marianne Jean-Baptiste ve Michele Austin’in yer aldığı bu filmde, Londra’daki Black ailesinin her bir bireyi takip ediyor ve bu vesileyle aile dinamiklerini keşfe çıkıyoruz. 

Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan ve Filmekimi kapsamında ise Türkiye prömiyerini gerçekleştiren bu film, bu cuma itibarıyla Başka Sinema dağıtımıyla Mars Production tarafından vizyona giriyor. Bu arada bir uyarım olsun: Yazının bazı bölümlerinde spoiler bulunuyor, dolayısıyla okumadan önce filmi izlemenizi tavsiye ederim. 

Pansy, herkesle her konuda kavgaya girebilen, taş kalpli, huysuz ve isyankâr bir kadındır. Sadece kendi işine bakan, Pansy’nin yaptıklarına karşı çıkmayan kocası Curtley ve evden hiç çıkmayan yetişkin oğlu Moses ile mutsuz sayılabilecek bir evliliği vardır. Pansy’nin zıttı olan kız kardeşi Chantal ise hayatı dolu dolu yaşayan, iki kızıyla beraber şahane bir yaşam süren, sevecen ve cana yakın bir kadındır. Zıt karakterlere sahip bu iki kız kardeş, annelerinin mezarını ziyaret ettiklerinde Pansy’nin sert görünen kabuğu tepeden tırnağa kırılmaya başlar. İşte o anda, biz de bu sarsılmaya tanıklık ederiz. 

Filmin tüm enerjisi, ana karakteri Pansy’de ve onun kişiliğinde yatıyor. Filmi izlerken başta Pansy’ye karşı antipati beslediğimi itiraf ediyorum. Çünkü film boyunca sergilediği agresiflik ve herkese yönelik eleştirileri, onu bir canavar gibi görmeme neden oldu ve şu soruyu sormama sebebiyet verdi: “Bu kadın ne yaşamış olabilir ki?” Ancak film ilerledikçe görüyoruz ki, aslında taş yürekli gibi görünen birinin içinde sevgi saklıymış meğer. Üstelik hayattan ve ailesinden yediği tokat yüzünden dış dünyaya nasıl kapandığını, nasıl canavarlaştığımızı ve nasıl kabuğa girdiğimizi anlatıyor.  

Mike Leigh, filmleriyle aile olmanın karmaşasını, sevgi bağlarını ve aile üyelerinin iç dünyalarının kapılarını aralıyor. Bu filmde de kelimenin tam anlamıyla “kalpsiz” bir kadının iç dünyasına odaklanıyor. Bu filmdeki hikâye, melodrama kaçmadan, son derece gerçekçi bir tonda ilerliyor. İzlediğinizde kendinizden çok şey bulacaksınız. Yani, gerçekten etkileyici bir hikaye var elimizde diyebilirim.  

Filmin görselliği, bir ailenin ruh hâli gibi değişken. Uzak çekimlerde karakterlere adeta tepeden bakarken, yakın çekimlerde onların iç dünyalarına giriyor ve dolayısıyla kendimizi onların yerine koymamızı sağlıyor. Yani bir nevi empati kuruyoruz. Öte yandan da Londra’nın atmosferi gibi, film boyunca bir gri ton hâkim. Sakin, günlük güneşlik sahnelerde bile hep bir soğukluk var. Ancak bu görsellik, filmin bir eksisi değil, tam tersine artısı. 

Müzikler konusunda ise minimal bir kullanıma sahip. Buna rağmen film boyunca müzik eksikliği hissettiğimi söyleyemeyeceğim. Kullanılan müzikler, tam anlamıyla dengeli ve duygusal. Yani, biz böyle bir film çekseydik, müziklerle filmi boğar, filmi de melodrama çevirirdik! O yüzden, bu konuda da filmi başarılı buluyor ve alkışlıyorum buna. 

Belki de en önemli unsura, yani oyunculuğa geçiyorum. Şunu söylemeliyim ki, Mike Leigh’in filmlerinden yalnızca birini izlediğim için utanç duyuyorum. Gerçek şu ki, Leigh’in sinemasında görselliğin ve oyunculukların ön planda olduğunu biliyorum. 29 yıl önce Secrets & Lies (1996) filmiyle Oscar’a aday gösterilen ilk İngiliz siyahi kadın oyuncu olan Marianne Jean-Baptiste, bu filmi tek başına sırtlıyor. Özellikle filmin sonlarına doğru hissettiğimiz duygu değişimini bize olağanüstü yansıtıyor. Ancak filmde oyunculuklar sadece onunla sınırlı değil; tüm oyuncular, performanslarıyla ona eşlik ediyor. Michele Austin, kız kardeşi Chantal rolünde cıvıl cıvıl ve hayat dolu bir performans sergiliyor. Curtley rolündeki David Webber ve Moses rolündeki Tuwaine Barret ise içine kapanıklıkları ve anlayışsızlıklarıyla rollerinin hakkını veriyor. Oyunculuklar hakkında başka sözüm de yok zaten. 

Peki, hemen toparlamaya geçiyorum, çünkü “zengin kalkışı” yapacağım az sonra. Hard Truths, adı üstünde zaman içinde isyan ettiğimiz ama bir türlü sesimizi duyuramadığımız acı gerçeklere dair. Yüzümüze vurduğumuz acı gerçeklerin, kalpsizliğin getirdiği korkuları, kendi giysimizmiş gibi giyindiğimiz bir canavarlaşmayı ve en önemlisi de gerçek sevgiyi, yani kendimizi çeki düzen vermemizi sağlayan sevgiyi dile getiriyor. Alabildiğine sade, alabildiğine gerçekçi. Mike Leigh, daha nice 81 yaşlarında hayata dair filmler çeksin ve herkese izletsin. Sizler de sinemalara koşup izleyin, çünkü izledikçe ailenizle empati kurmak isteyeceksiniz. 

Hard Truths: Yağmur Yüklü Bi̇r Buluttum Çok Eski̇den 

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...