Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri 22. Filmekimi İzlenimleri #4: The Taste of Things – Strange Way of Life – The Teachers’ Lounge

22. Filmekimi İzlenimleri #4: The Taste of Things – Strange Way of Life – The Teachers’ Lounge

Yazar: Tunahan İbiş

22. Filmekimi İzlenimleri #4: The Taste of Things – Strange Way of Life – The Teachers’ Lounge

Tekrardan merhaba! 22. Filmekimi İzlenimleri serisine Cannes’dan En İyi Yönetmen Ödülü ile dönen Tran Anh Hung’dan The Taste of Things, Pedro Almodóvar’ın uzun zamandır heyecanla beklenen kısa filmi Strange Way of Life ve Almanya’nın Oscar adayı seçilen İlker Çatak imzalı The Teachers’ Lounge ile devam ediyorum. Keyifli okumalar dilerim.

The Taste of Things

Tran Anh Hung’un The Taste of Things‘i; uzun dakikalar süren yemek yapma, sunum ve tadım sahneleri ile o kadar çok methedildi ki, ister istemez filmin yalnızca birtakım iştah açıcı görüntülerden ibaret olduğunu sandım. Belki filmi tok bir karın ile izlememden kaynaklıdır, bilemiyorum, ancak The Taste of Things hakkında fazlasıyla yanılmışım ve böyle olduğu için de oldukça memnunum. Yıllardır birlikte çalışan aşçı Eugenie (Juliette Binoche) ile gurme Dodin’in (Benoît Magimel) bir süreliğine mutfaklarına konuk olduğumuz film, gastronomi üzerine yapılan uzun tartışmalardan veya olağanüstü çekilmiş yemek sahnelerinden çok daha fazlası.

Tran Anh Hung; The Taste of Things’te yemeği bir tür sanat icrası gibi görüp onu deneyim eden kişi ile kurduğu ilişkiyi, sessizce ettiği sohbeti anlamaya çalışıyor. Film; bahçedeki malzemelerin toplandığı açılış sahnesinden itibaren bu diyaloğun kurulma aşamalarını, ne gibi nüanslar ile inşa edildiğini hiç es vermeden bize izletiyor. Çıkardığı her cızırtı, fokurdama ve ezilme sesini müthiş ses tasarımı sayesinde duyduğumuz bu sohbet; sonradan ana karakterler arasında -aynı yemeğin kendisi gibi- edilgen bir şekilde vuku bulan romantizm ile bambaşka bir boyuta erişiyor. Tran Anh Hung’un mütevazı bir gövde gösterisi gibi işleyen senaryo, eninde sonunda biten hayatın geçiciliğine ve yalnızca geriye kalan anılar ile devam edebilen sohbetlere dair sezgisel bir denemeye dönüşüyor. The Taste of Things’in görünenin ötesinde yaşayan asıl cazibesi, bir üretim alanı olan mutfağın hafızasına bakan bu son çeyreğinde sanki. Bir zamanlar hevesle beklenen ancak hayatın akışına yetişememiş cevapların solup gittiği bir sonbahar sabahında, yine bir zamanlar bu soruların sorulduğu mutfağın içinde yeşeren yeni umutların arifesinde…

Strange Way of Life

Setten gelen fotoğraflar, Brokeback Mountain ile aşık atacağına dair iddialar, oyuncu kadrosu üzerinden dönen reklamlar, Saint Laurent imzalı kostümler… Konusu açıklandığından beri Pedro Almodóvar’ın yeni kısa filmi Strange Way of Life’a heyecanlanmamız için önümüze her türlü gerekçe atıldı. Ne de olsa Almodóvar, bu kez ilginç bir tür denemesine imza atarak yıllar sonra tekrar bir araya gelen iki gay kovboyu anlatıyordu. Ancak bu heyecan dalgası, filmin Cannes’da yaptığı prömiyerden bu yana usul usul azaldı ve neredeyse sona erdi. Büyük ve prestijli bir proje olduğu her yanından belli olan bu yapımın neden böylesine çabucak unutulduğunu ancak filmi izleyince anlayabildim.

Vahşi batıda hüküm süren maskülinitenin, her türlü problemi çözebileceğine inanılan silahların sustuğu bir film Strange Way of Life. Aynı zamanda jenerasyonlar arası travmalara ve ezici coğrafyanın getirdiği yüklere dair söylemlerine rağmen her yönüyle bir reklam filmi. Tüm görsel şaşaası, pahalı setleri ve marka kostümleri ile… Filmin mütevazı ve duygu yüklü dünyasının üstüne -neredeyse amaçladığı her şeye ters düşen- parlak ve gösterişli bir kılıf geçirilmiş gibi. Adeta konuşan birer bal mumu heykeli gibi duran oyunculuklarını ve hikâyeyi beylik sözlerle tanımlayan diyaloglarını bu ticari üretim anlayışına yıkmak geliyor içimden, her ne kadar yönetmenin projeyle bir hayli gurur duyduğunu bilsem de. Umarım Almodóvar, filmde Pedro Pascal’ın giydiği zümrüt yeşili ceketi evine götürebilmiştir, tek dileğim o. Strange Way of Life’a dair en çok aklımda kalan, dikkatimi çekmeyi başarabilmiş tek imgenin yine bir marka reklamından ibaret olması ne acı.

The Teachers’ Lounge

Bir sorgu sahnesi ile açılıyor The Teachers’ Lounge. Okulda düzenli olarak hırsızlık vakaları oluyor ve yönetim ekibi, sınıf sınıf gezip öğrencilerin cüzdanlarını karıştıracak kadar çaresiz durumda. “Sıfır tolerans politikası” diye adlandırılan, okulun her türlü şüpheli durumu araştırmasını gerektiren sorgu prensibi sebebiyle toplantılar yapılıyor, aileler çağırılıyor ancak yine de en ufak bir ipucu yakalanamıyor. İlker Çatak, beklenilenin aksine filmin bu müthiş gerginliğinden beslenerek derin bir gizem örgüsü kurmuyor. Onun yerine Almanya’nın halen taşıdığı, yeni düzenlerin ve prensiplerin üstünü örtemediği vicdani yüklere dair katman katman genişleyen bir senaryo ile okul koridorlarını seyre çıkıyor. The Teachers’ Lounge, hırsızlığın kim tarafından yapıldığı ve ne gibi yöntemler kullanılarak gerçekleştirildiği ile ilgilenmiyor. Asıl meselesi; bu koca binadaki herkesi ister istemez şüpheli konumuna getiren bu olayı ardında yatan modern hassasiyetler, güncel dünyada gelişen sosyal bilinç üzerinden okumak ve bir öğretmen olan ana karakterinin çıkışsızlığına böylelikle ortak olmak.

Gastronomi hakkında uzun uzun sohbet eden 19. yüzyıl aristokratları ve vahşi batıda hayatta kalmaya çalışan kovboylardan sonra İlker Çatak’ın her yönüyle günümüzün endişelerini, etik üzerine tartışmalarını dert edinen The Teachers’ Lounge filmini izlemek ilginç bir tecrübe oldu, orası kesin. Zira film, iyi niyetlerle başlanan çözüm arayışlarını ve bunların beklenmedik sonuçlarını adım adım incelerken kesinlikle kolay cevaplar sunmuyor. The Teachers’ Lounge’ın seyirciyi de kendi meselesine ortak etme becerisi, hiçbir şekilde okuldan ayrılmayan kamerası ve titizlikle ayarlanmış mekân kullanımına atfedilebilir. Ancak İlker Çatak’ın burada kurduğu orkestrasyon öylesine bir bütünlük içinde ki; küçücük bir eksik filmin tüm yapısını dağıtabilir, daha sonrası dağıtabilirdi. Çatak; riskli bir hamle yaparak filmi zirve anında susturmasına rağmen bürokratik süreçler içinde kaçırılan ufak nüansları gün yüzüne çıkarmayı, üstüne üstlük bunu zaten bildiğimiz gerçeklerin ötesine geçmeyerek anlatmayı başarıyor. The Teachers’ Lounge, sahiden de sinemada pek görmediğimiz seviyede çok taraflı bir senaryoya sahip ve açtığı her bir pencereden ışık sızmayan tek bir anı bile yok.

22. Filmekimi İzlenimleri #4: The Taste of Things – Strange Way of Life – The Teachers’ Lounge

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...