Train Dreams: Modernleşmenin Gerisinde Bir Kayıp, Yas ve Yeniden Doğuş Hikayesi
Genç yönetmen Clint Bentley’in yönettiği ve kadrosunda Joel Edgerton, Felicity Jones, Kerry Condon gibi isimlerin yer aldığı Train Dreams, prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapmasının ardından Netflix’te de izleyiciyle buluştu. Yazar Denis Johnson’ın aynı isimli novellasından uyarlanan dram türündeki yapımın senaryosunda da Clint Bentley’nin imzası bulunuyor.
Train Dreams, yalın ve sessiz bir anlatım üzerinden işlenirken içinde pek çok mesajı barındıran bir film olarak göze çarpıyor. Hikaye, repliklerle bezenmekten ziyade soyutluğa, duyusallığa ve gözlemlere sırtını yaslıyor. Filmin duygusal derinliğine de son derece uyumlu olan bu sadelik oldukça güçlü temalarla ve mesajlarla destekleniyor. Doğanın hem acımasız gücünü hem de şefkatli yönünü aktarırken aynı zamanda insanın yalnızlığının daima bir seçim olmanın dışında bazen kaderin bir sonucu olduğunu da ifade ediyor. İnsanın yaşadığı kayıpların ve bunun sonucunda beliren yas olgusunun da oldukça derinden işlendiğini söylemek mümkün.
Ayrıca sanayi devriminin ve makineleşmenin hem insanlar üzerindeki sosyal sonuçlarının hem de doğayla olan karşıtlığının hikayede temellendirildiğini ifade etmek gerekiyor. İçerik yönünden oldukça zengin görünen film, öte yandan biçimsel yönüyle de doyurucu olmayı başarıyor. Bu anlamda mekan kullanımını ve hikayenin geçtiği atmosferi görsel açıdan yansıtmak konusunda iyi iş çıkardığını söyleyebiliriz.
Film, genel olarak Amerikan İç Savaşı’ndan sonra yeniden şekillenen Amerika’nın Idaho eyaletinde geçiyor. Joel Edgerton’ın hayat verdiği Robert Grainier adındaki orman işçisinin bir bakıma oldukça sıradan sayılabilecek hayatı konu ediliyor. Küçük yaşlarda Idaho’ya gönderilen Robert’ın buraya nasıl ve nereden geldiği, ailesinin kim olduğu bilinmiyor.
Hayatın oradan oraya savurduğu, köklerini bilmeyen ve kendini herhangi bir yere ait hissetmeyen, bu anlamda ruhunda boşlukların olduğu bir insan profili çiziliyor. Hikaye aynı zamanda kimi sahnelerde devreye giren ve Robert’ın hayatının belli anlarını anlatan bir anlatıcıya sahip. Bu yönden bakıldığında bu durum, filmin bir edebi ve yazın ürünü olduğu olgusunu da güçlendiriyor. Hayatı paylaşmak istediği Gladys’le tanışmadan önce hayatın kendisi için pek bir anlam ifade etmediği Robert’ın, Gladys’le tanışmasından sonra ise hayatı kendisi için giderek önem kazandığını görüyoruz.
Felicity Jones’un canlandırdığı Gladys’le Robert birbirlerine aşık olup ortak bir hayat kurma adımlarını atıyorlar ve bu amaçla bir nehir kıyısında, doğanın kalbinde bir ev inşa ediyorlar. Ancak Robert’ın geçmişinde olduğu gibi dönemsel işlerde çalışmak için kurdukları bu evden ayrılıp çalışmaya gidiyor. Bir demiryolu yapımı için orman işlerini yapmak adına uzaklara uzun süreliğine gidiyor ve ara ara geri dönüyor. Bu zaman içinde ikilinin Kate isminde bir tane de kızları dünyaya geliyor. Robert için bu andan sonra hayat tamamen ailesi üzerine kurulu bir hale geliyor. Tek amacı eşi ve kızıyla mutlu ve huzurlu bir hayat sürmek oluyor. Bu zamana kadar hiçbir yere ve hiçbir şeye aidiyeti olmayan Robert’ın ömrünü adayacağı bir amacı oluyor artık.
Hikaye bu anlamda Robert’ın karakter gelişimini de ilmek ilmek işliyor. Aynı zamanda eşi Gladys’e ve kızı Kate’ olan güçlü bağı da ayakları yere sağlam basar şekilde aktarılıyor. Bu duygusal dinamik aynı zamanda film boyunca anlatıma eşlik eden müziklerle sağlamlaştırılıyor. Büyük kısmında orman, vadi, nehir gibi doğa mekanlarında ilerleyen hikaye, pastoral bir atmosfer yaratıyor ve bu yaratımda izleyiciyi de mekanlara odaklıyor. Mekan ve müzik kullanımının birleşimiyle birlikte film anlatısını şiirsel bir yapıya dayandırıyor.
Train Dreams: Modernleşmenin Gerisinde Bir Kayıp, Yas ve Yeniden Doğuş Hikayesi
Robert, orman işlerinde oldukça zorlayıcı şartlarda çalışıyor. Burada da kendisi gibi geçmişini ve köklerini bilmeyen insanlarla bir arada zaman geçiriyor. Robert bu işlerden kazandığı parayla eşi ve kızıyla bir arada yaşayabileceği bir hayat kurmanın hayalini kurmaya başlıyor. Ailesine olan özlemle günlerini geçiriyor. Hikaye bu kısma kadar Robert’ın ormandaki hayatıyla eşi ve çocuğunun yanındaki hayatı arasında ilerliyor. Oldukça akıcı olan ve ayrıca yüzeysel de kalmayan bir ilerlemeye tanık oluyoruz. Ormanda geçen iş sahnelerinde de hikaye aslında birçok şeyi anlatmak istiyor izleyiciye. Ağaçların kesilmesiyle yapılan demiryolu inşaatı bakımından endüstriyel ilerlemenin doğayla verdiği mücadeleyi gözlemliyoruz.
İnsanlık doğayı değiştirip dönüştürmeye çalışırken doğanın gördüğü zarar ve aynı zamanda doğa olaylarıyla ve iş kazalarıyla işçilerin hayatını kaybettiğini gördüğümüz sekanslar bulunuyor. Büyük patronların çalıştırdıkları işçilerin yaşam hakkına değer vermediği, para hırsının insanın gözünü kör ettiği ve modernleşmenin, makineleşmenin toplumsal sancılarının irdelendiğine şahit oluyoruz. Bu anlamda doğanın hem insanlığı beslediği ama aynı zamanda yeri geldiğinde cezalandırıcı konumda da olduğunu ifade ediyor film. Robert’ın da bu sebeplerden bir gün başına bir şey gelir korkusu gün geçtikçe artıyor. Ailesini bir daha görememenin endişesini taşıyor. Çünkü onu hayata bağlayan yegane şey ailesi artık. Kızı Kate’in gelişimine tanık olamadığı için de hayıflanan Robert’ı gözlemlerken zamanın ve anların değeri de vurgulanıyor.
Bir zaman sonra orman işini bırakıp ailesinin yanında durabileceği bir iş kurmak istiyor Robert. Gladys’le birlikte borca girip bir çiftlik kurup geçimlerini bu şekilde sağlamanın yollarını arıyorlar. Bu dönemde her ne kadar oldukça parasız kalmış olsalar da Robert’ın en mutlu döneminin bu dönem olduğunu görüyoruz. Ancak bir zaman sonra bir yangın meydana geliyor ve bu ailenin evleri yanıp küle dönüyor. Robert, eşi Gladys’in ve kızı Kate’in nerede olduğunu bulamıyor. Ölüp ölmedikleri ve nerede bulundukları bir muamma haline geliyor. Filmin ikinci yarısının başındaki bu olaydan sonra filmin çehresi de bir bakıma tamamen değişiyor.
Robert, çok büyük bir acı ve bunalımla yüzleşmek zorunda kalıyor. Ailesiyle olan duygusal bağı kuvvetli bir biçimde ele alındığı için bu sahnelerin de izleyiciye başarılı şekilde geçtiğini ifade etmek yanlış olmaz. Bir gün tekrardan çıkıp gelirler umuduyla yeniden bir ev inşa ediyor. Artık tamamen yalnız kalan bir adamın hikayesine dönüşüyor film. Bu andan sonra kendi zihniyle ve doğayla baş başa kalıyor Robert. Bu trajik olayın üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen ailesinden bir ize rastlayamıyor. Tekrardan orman işlerine gidiyor ve ama yaşı da ilerlediği için buna ayak uydurmakta zorlanıyor. Burada da aslında film bize zamanın acımasızlığından ve insanın ilerleyen zamana ve dünyaya ayak uyduramamasını anlatıyor. Modernleşmenin hızı karşısında ezilen insanın trajedisi temasının işlendiğini görüyoruz.
Robert, kayıplarının ardından derin bir yas duygusuna bürünüyor. Kayıp ve yas olgularının insan üzerindeki sonuçları üzerinde durmaya başlıyor film. Robert, çoğu gece, kaybettiği ailesiyle alakalı kabuslar görmeye başlıyor. İnsanın yaşadığı acı kayıplardan sonra gerçeklik ve hayal algısındaki sınırlar arasında sıkışmasının metaforu aktarılıyor izleyiciye. Bu travma giderek Robert’ı hem zihnen hem de fiziken yalnız bir adam profiline götürüyor. Geçmişin anılarıyla mücadele etmeye çalışıyor Robert. Ama asıl sınavı bu saatten sonra başlıyor. Meydana gelen yangın aslında hem bir yıkımı hem de bir yeniden doğuşu simgeliyor. Robert’ın hayatı anlama ve algılama noktasındaki konumunu tamamen değiştiriyor. İçinde bulunduğu yas psikolojisiyle beraber karşısına çıkan her insanla, her olayla farklı bir bağ kurmaya başlıyor ve düşünsel yapısı şekil değiştiriyor.
Film bu karakter dönüşümünü ustalıkla aktarırken izleyiciye de birçok mesaj verme amacını güdüyor. Yalnızlığın insanın hem bir felaketi hem de ruhsal bilgeliğinin doğuşu ifade edilmek isteniyor. Film ikinci yarısıyla beraber yüzeydeki hikayenin ilerlemesinden ziyade anlatmak istediği temaları olgunlaştırma çabasına giriyor ve bu yüzden anlatımın daha dramatik bir şekil aldığı görülüyor. Robert kendisi gibi benzer acılardan geçmiş insanlarla tanışıyor Kerry Condon’ın canlandırdığı Claire karakteriyle tanışmasında olduğu gibi. Birçok insanla derin konuşmalarına şahit oluyoruz ve bu konuşmaların Robert’ın içsel yolculuğunun adımları olduğunu ifade etmemiz mümkün.
Train Dreams: Modernleşmenin Gerisinde Bir Kayıp, Yas ve Yeniden Doğuş Hikayesi
Yaşadığı kayıplar ilk başta Robert için dünyanın sonu gibi bir anlam taşısa da hayatın kaybolan anlamı kendisi için tekrardan adım adım belirginleşiyor. Her ne kadar yaşadığı acıyı asla unutamayacak olsa da hayat bir şekilde devam ediyor. Yaşadığımız her şey onlara verdiğimiz anlamların dışında da bir şeyler ifade ediyor. Hayatta her anın bir anlamının ve değerinin olduğunu keşfetmeye başlıyor Robert. Hayatın olumlu ve olumsuz her yönüyle kucaklanması gereken bir kavram olduğu bilinci yerleştiriliyor Robert’a ve aynı zamanda izleyiciye. Anların değerini ve hafızanın önemini vurgularcasına Robert’ın helikopterde olduğu anda zihninden perdeye yansıyan görüntüler de buna hizmet ediyor. İnsanın her ne kadar doğaya zulmettiğini görsek de doğanın bir parçası olduğunu, ondan gelip tekrardan ona dönüşeceğini ifade ediyor film.
İnsan bir şeye çok fazla değer ve önem atfetse de bunları kaybetmek doğanın acımasız bir davranışı. Bir şeyler elde edilir ama sonrasında elden uçup gider. Geride sadece anılar kalıyor ve insanın bunu kabullenmesi gerekiyor. Train Dreams, hiçlikten gelip hiçliğe gittiğimizi ortaya koymak istiyor. Hayatı bu anlamda bir bütün olarak değerlendirmek ve yaşamak gerekiyor. Tüm her şey oluyor, yaşanıyor ve bitiyor. Ama her şeyle bir şekilde bağ kurabilmenin önemi ortaya konuyor. Film sona doğru ilerlerken Robert’ın da zihnine bu fikri aşılamaya çalışıyor. İnsanın hayatına bir süreliğine konuk olan insanlar oluyor ve bu insanlar bir durakta inip gidiyorlar. Arkada bırakılan bütün mutluluklar, acılar ve kederler geçmişin tozlu sayfalarında birer anıya dönüşüyor.
Filmin sonuna baktığımızda doğa, Robert’ın elinden her şeyi almasına rağmen aynı zamanda ona sığınabilecek tek limana dönüşüyor. Endüstriyel ilerlemenin karşısında yalnızlaşan insanın kırılgan yapısı ortaya konuyor. Bu değişimin karşısında insan için doğanın kendisi ve anılar yoldaş oluyor. Train Dreams bu anlamda modern dünyanın da bir eleştirisi oluyor. Modern dünya ile insanın ruhu arasında bir çarpıklığa dayanıyor. İnsan her ne kadar modern dünyanın içinde yaşasa da onun özü her zaman doğanın kendisinde varlık buluyor. Robert, bu düşünsel yolculukla aslında adım adım iyileşiyor. Doğa onun bu açıdan iyileştiricisi de oluyor.
Robert, farklı özelliklerle bezeli bir karakter değil. Sade bir karakter ve sade bir karakterin acıları ve değişimleriyle örülü. Joel Edgerton’ın da performansı bu sadelikle uyumlu şekilde ancak oldukça da vurucu. Bu bakımdan da gösterişli görünmekten ziyade sessiz, sakin ama hedefi tam on ikiden vuran bir oyunculuk yorumu olduğunu söylemeden geçmemek gerekiyor. Kayıplarla şekillenen, yalnızlıkla yoğrulan, içine kapanan ve doğanın sürükleyici gücüyle tekrardan yenilenen, doğayla bütünleşen bu karakteri Edgerton’ın çok iyi yansıttığı kesin.
Train Dreams, ilk bakışta yalnızca bir adamın trajedisinin portresi gibi dursa da anlatımında işlenen doğa, yalnızlık, kayıp, yas, modernleşme gibi pek çok temayı birbiriyle son derece uyumlu ve güçlü şekilde ifade ediyor. Şiirsel bir yorumlamayla izleyicinin ruhuna ve zihnine işliyor hikayeyi Clint Bentley. Bu bakımdan bu yılın en değerli işlerinden biri olduğunu ifade etmek gerekiyor. Hikayenin sade ama vurucu olmasıyla ödül sezonunda senaryo bakımından sürprizler yapması pek de şaşırtıcı olmaz.