The Sparrow in the Chimney: Özgür Olmak İçin Karanlıkla Yüzleşmek
Her aile bireyinin farklı kırılganlıkları, ani çıkışları ve öfke patlamaları vardır. Hele ki birisi bunca yıldır suskun kalmışsa, o an herkese karşı patlaması kaçınılmaz olur.
Bugün İstanbul Film Festivali’nde izlediğim 5. film / 2. yarışma filmi The Sparrow in the Chimney (Der Spatz im Kamin, 2024), bu bahsettiklerimden fazlasını anlatıyor. İki kız kardeşin, babalarının doğum gününü kutlaması esnasında birbirlerine karşı kırgınlıklarını, öfkelerini ve gizli arzularını gözler önüne seriyor. 2022 yılında izlediğimiz The Girl and the Spider (Das Mädchen und die Spinne, 2021) filminin yönetmenlerinden Ramon Zürcher’in yönettiği bu yeni film, Locarno Film Festivali’nde Altın Leopar için yarıştı. Türkiye’de ise ilk kez İstanbul Film Festivali’nde gösteriliyor ve Altın Lale için yarışıyor. Başrollerinde Maren Eggert, Britta Hammelstein ve Luise Heyer’in yer aldığı film, İstanbul Film Festivali kapsamında 17, 20 ve 21 Nisan tarihlerinde izleyiciyle buluşacak. Şimdi ben, sizler için hikâyeye yavaşça dalıyorum.
Hikâyemiz, sıcak renklerin eşlik ettiği, güzel, son derece huzurlu ve sakin bir evde geçiyor. Birbirine zıt iki kardeş olan Karen ve Jule, babalarının doğum gününü kutlamak için tüm aileyi davet ettikleri bir eğlence düzenlemektedir. Akrabalarla dolup taşan bu cennet gibi evde, yaşanan kırgınlıklar su yüzüne çıkar, büyük öfke patlamaları yaşanır, saklı kalan gizli arzular daha da büyür ve Karen’in kaya gibi sert kalbi yavaşça kırılmaya başlar. Dahası, bacanın içinde bir serçe hapsolur.
Hikâye, karakterler ve diyaloglar üzerinden şekilleniyor. Filmi izlerken sadece diyalogları okumak yetmez, aynı zamanda karakterlerin ruh hâllerini de anlamak gerekir. Mesela Jule bu kadar temiz kalpli, girişken ve cana yakın biriyken Karen neden taş kalpli olabilir sizce? Üstelik bu taş kalpliliğini çocuklarına bile gösteriyorsa… Ya da Karen’in küçük oğlu Leon, annesine karşı neden bu kadar katı ve isyankâr davranıyor, onun tersini yapıyor? Tüm bu soruların cevaplarını filmi izlerken çok iyi anlıyoruz.
Hikâye anlatım tekniği, kelimenin tam anlamıyla sürrealist bir dile sahip. Bakın, sürükleyici demiyorum; sürrealist bir dil diyorum. Çünkü gerçekten film boyunca kendinizi bir kâbusun içinde bulabilirsiniz. Hatta bu filmde kâbus zannedeceğiniz pek çok görüntü mevcut. Kendi adıma sürrealist dili çok severim ve bu filmde, önce aldatıcı sıcaklıkların eşliğinde sağlam bir aile gerilimi yaratılıyor; ardından da içinde yaşadığımız kâbusu olabildiğince sürrealist bir şekilde yansıtıyor. Öyle ki bu filmi izlerken aklıma Michael Haneke’nin iki filmi geldi: The Seventh Continent (Der siebente Kontinent, 1989) ve Funny Games (1997). Bu konuda daha fazlasını estetik ve görsellik kısmında açıklayacağım.
Görsellik ise, az önce bahsettiğim gibi, fazlasıyla aldatıcı unsurlara sahip. Sıcak pastel renkleri ve uzak açılarıyla sizi sarıp sarmalarken, yakın plan çekimlerle kalbinizi kırıyor. Üstelik bunu son derece acımasız bir şekilde yapıyor. Ramon Zürcher ve görüntü yönetmeni Alex Hasskerl, her sıcak görünen aile bireyinin içinde bir kırılganlık ve o kırılganlığı gizleyen merhametsizliği sade, abartısız ama bir o kadar da çarpıcı bir şekilde tasvir etmiş. Bir aile üzerinden merhametsizliği anlatan bu görsellik, tam anlamıyla midenizi yumrukluyor ve canınızı yakıyor. Filmdeki eşyaların kırılıp, yanıp, dökülmesi de sinirlerinizi daha da yıpratıyor.
Oyunculuklar konusunda öne çıkan birçok isim var. Her bir oyuncunun adını överek anacağım çünkü hiçbirinin oyunculuğu kötü değil; hepsi gerçekçi ve bir o kadar da kalp kırıcı. Filmin başrolünü oynayan Maren Eggert, duygu geçişleriyle, yarattığı karanlık karakterle ve sergilediği mimiklerle gerçekten şahane bir performans sunuyor. Britta Hammelstein, Karen’in tam zıttını, hiçbir abartıya kaçmadan doğal bir şekilde canlandırmış. Evin içinde yaratılan iyi & kötü zıtlığını mükemmel bir biçimde yansıtıyor. Çocuk oyunculardan Ilja Bultmann’ı büyük bir şevkle alkışladım. Neden mi? Çünkü filmde, annesinin istediğinin tam tersini yapacak kadar öfkeli ama haklı isyanını yükseltecek kadar çarpıcı bir yönü var. Onun dışında da bu filmin oyuncuları, gerçekten saymakla bitiremeyeceğim kadar fazla. Hepsi ama hepsi çok iyi oynamış.
Filmin sesleri de, öne çıkan diğer unsurlar arasında yer alıyor. Başta doğa seslerinin hâkim olduğu bu filme, kırılan bardak sesi, ateş sesi, bebek ağlamaları, köpek havlaması gibi sesler eklenince, filmin sıcaklığı ve yazın eşsiz güzelliği yerini tedirgin edici bir atmosfere bırakıyor. Bunu olumlu anlamda söylüyorum; çünkü bu sahneler, hiç abartısız ve oldukça gerçekçi bir şekilde filmin amacına hizmet etmeyi başarıyor.
Kısacası bu film, mutlu görünen bir ailenin karanlık manzarasını ve içimizdeki karanlığı atabilmek için o karanlığın içinden geçmemiz gerektiğini son derece etkileyici bir biçimde anlatıyor. İçimizdeki karanlığın sebeplerini irdeliyor ve sıcak görüntüler, kırılgan karakterler ve gerilimi artıran ses tasarımıyla güçlü bir aile gerilimi yaratıyor.
Puan: 4/5
The Sparrow in the Chimney: Özgür Olmak İçin Karanlıkla Yüzleşmek