The Lady’s Companion: Aşk ve Entrikada Kaybolan Derinlik
Netflix’in 2025 yapımı dizilerinden olan The Lady’s Companion, geçtiğimiz hafta gösterime girdi. Sekiz bölümden oluşan dizi, izleyicisini aşk, skandal ve entrikalarla dolu bir dünyaya davet ediyor. 19. yüzyılda Madrid’de geçen bu romantik komedi, Bridgerton dizisini sevenlere muadil olabilecek bir konuyla karşımıza çıkıyor.
Dördüncü duvarın yıkıldığı, kaos ve entrikanın gövde gösterisi yaptığı İspanya yapımı dizide ana karakterimiz, işine sadık bir chaperon. Madrid’in en iyi chaperon’u olarak karşımıza çıkan Elena Bianda (Nadia de Santiago), kendisine uzun süre aynı evde kalmasını sağlayacak bir aile arayışı içinde. Hayattaki tek büyük amacı, chaperon’u olduğu kızların sorunsuz bir evlilik yapmasını sağlamak olan Elena, kendini duygularıyla yüzleşmek zorunda olduğu bir denklemin içinde buluyor.
Dizinin konusu kısaca şöyle: Elena, Mencía ailesinin kızlarına en uygun damat adayını bulma görevindeyken, beklenmedik olaylarla karşılaşır. Aşık olması yasak olan chaperon’umuz, kendini aşkın kollarından kurtarmaya çalışırken bulur. Elena’nın chaperonluk yaptığı Cristina (Isa Montalbán), Sara (Zoe Bonafonte) ve Carlota Mencía (Iratxe Emparan), annelerini henüz kaybetmiş; babaları Pedro Mencía (Tristán Ulloa) ise üç kızını tek başına yetiştirmekte zorlanmaktadır. Öte yandan, Pedro Mencía’nın vaftiz oğlu Santiago (Álvaro Mel), bu hikâyedeki aşk sarmalının merkezine oturur.
İzlerken ne kadar eğlensem de dizinin karakter gelişimine yeterli özen gösterilmediği için maalesef yüzeysel bir hikâye izlediğimizi söylemem gerek. Ana karakterimiz Elena Bianda’yı en çok tanımamız gerekirken, bir türlü geçmişine dair net bir bilgiye ulaşamıyoruz. Karakterin geçmişindeki en büyük travmadan defalarca bahsedilip üstü kapatılıyor ve bu durum, izleyicinin ona dair derin bir bağ kurmasını engelliyor. Dördüncü duvarın yıkılmasının avantajları ise tam anlamıyla kullanılamıyor.
Elena’nın geçmişine dair bazı flashback’ler ve geçmişten gelen karakterler olsa da, ana karakterimizin hikâyesine tam hâkim olamıyoruz. Bu eksiklik, izleyicinin karakterle özdeşleşmesini zorlaştırıyor. Elena için ne üzülebiliyoruz ne de sevinebiliyoruz. Dördüncü duvarı yıkıp izleyiciyle konuştuğu sahnelerde onun duygularını anlamamız gerekirken, aksine, ona yabancı hissediyoruz.
Santiago’nun ne zaman Elena’ya aşık olduğu ise sorgulanmamız isteniyor gibi görünüyor. Az bir vakit geçirip birkaç atışmalı sohbetin ardından, yıllarca platonik âşık olduğu Cristina’ya karşı hislerinden bir anda vazgeçip Elena’ya aşık olması, doğru bir şekilde ele alınmamış. Bu geçişi nasıl anlamamız gerektiğini açıkçası bilemiyorum.
Dizinin ana gerilim hattı olması gereken Elena ve Santiago’nun ilişkisi de bu yüzden bir heyecan yaratamıyor. Elena’nın Santiago’yu kıskanmasını anlamıyoruz. İkilinin yakınlaşma sahnelerinde ise hiçbir tutku hissetmiyoruz. Ana karakter, bu aşka inanmamızı bekliyor, fakat izlediğimiz aşkın kendisi inandırıcı olmaktan uzak.
Sanırım dizinin en elle tutulur yanı, kadın karakterlerin “gri” yazılması. Kusursuz iyilikte karakterler yaratılmaması hoşuma giden tek nokta oldu. Yüzyıllardır kadınların suçlandığı konuların satır aralarında ele alınması ve bunların ana karakterimiz tarafından “Evet, biz kötüyüz” diyerek kabullenmesi oldukça keyifliydi. Tabii ki sorunlu noktalar var, ancak yine de mükemmel kadın karakterler izlemekten iyidir.
Gri karakterler yaratılması, dizinin güçlü yönlerinden biri olsa da Bechdel Testi’ni geçtiğini söylemek zor. Evlilik etrafında şekillenen bir hikâyeyi izlediğimizi biliyorum, ancak evlilikle doğrudan ilgisi olmayan kadın karakterlere yer verip, daha fazla alan açılmaması tartışılır bir konu. Özellikle Sara’nın okul hayatına dair çok az şey öğreniyoruz; zorbalıkla ilgili kısa bir değinme dışında, bu konuya yeterince derinlik verilmiyor. Sonunda ise Sara’nın hikâyesi yine bir erkek karakterle gelişen aşk ilişkisine bağlanıyor ki bu, dizinin eksik kalan yönlerinden biri. Evin küçük kızı Carlota’nın annesinin ölümünün ardından yas sürecini hâlâ atlatamamış olması da sadece satır aralarında dile getiriliyor, bu da karakterin derinliğini zayıflatıyor.
Aslında sadece ana karakter değil, tüm karakterlerde bir boşluk hissediliyor. Bu da, izleyiciye tuzsuz bir yemek gibi geliyor. 40-45 dakikalık bölümlerde romantik-komedi havasını bozmadan işlenebilecek birçok konu olduğu düşünülürse, bu eksikliklerin daha iyi ele alınması gerekirdi.
Elena’nın yakın arkadaşları olarak tanıtılan Josefine ve Adela’nın ilişkisi ise birdenbire ortaya çıkıyor. Şehirdeki chaperon’lar elbette birbirini tanıyordur, ancak birden çok yakın arkadaş olduklarını öğrenmemiz, bu dostluğu yapay ve aceleci hissettiriyor. Karakterlerin arasındaki bağ daha iyi işlenebilirdi; böylece izleyici, bu ilişkinin gerçekliğine inanabilirdi.
Dizinin genel sorunu, birinci sezon gibi başlamaktan çok, sanki ortada bir sezon varmış gibi hissettirmesi. Karakter tanıtımları o kadar yüzeysel tutulmuş ki, hatta bazı karakterler neredeyse hiç tanıtılmadan hikâyeye dâhil oluyor. Bu, izleyicinin neden bu hikâyeyi izlediğini anlamakta zorlanmasına yol açıyor. Yeterince derinlikli bir giriş yapılmadığı için, hikâye izleyiciyi içine çekmekte zorlanıyor.
Yan karakterlere pencereler açılmasını takdir etsem de, bu karakterlerin yüzeysel işlenmesi, ikinci sezona dair herhangi bir merak uyandırmıyor. Hikâyeleri bir türlü tam anlamıyla tamamlanmıyor ve final bölümünde “Devam Edecek…” yazısının ardından bırakılan eksiklik hissi, heyecan yaratmaktan çok, bir boşluk duygusu oluşturuyor.
Sahne, kostüm ve dekor tasarımı, adeta masalsı bir dünya sunuyor. 19. yüzyıl Madrid atmosferi, modern unsurlarla ustaca harmanlanarak karşımıza çıkıyor. Pastel tonlar ve canlı renklerin ağırlıkta olduğu yapımda, dönemin estetiğine büyük bir özen gösterildiği hemen fark ediliyor. Tercih edilen kostümler, dönemin modasını yansıtan şık ve detaylı tasarımlara sahip; özellikle kadın karakterlerin zarif elbiseleri ve şapka aksesuarları büyük bir titizlikle hazırlanmış. Ayrıca, modern rock müzikleri ve dinamik kamera hareketleri, geleneksel dönem dizilerinin havasından uzaklaşıp, romantik komedi türüne daha uygun bir atmosfer yaratıyor. Bu sayede en azından diziyi görsel olarak izlemek keyifli hale geliyor.
Açıkçası, büyük beklentilere girmeden ve kafa yormadan izlenebilecek bir dizi The Lady’s Companion. Hatta itiraf etmeliyim ki, izlerken eğlendim. Atıştırmalık bir dizi arayışında olanların rahatça izleyebileceği bir yapım. Bridgerton’ın yeni sezonunu beklerken, zaman geçirmek için iyi bir alternatif olabilir.
İyi seyirler!
The Lady’s Companion: Aşk ve Entrikada Kaybolan Derinlik