Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri The Brutalist: Büyük Hayallerin Ve Büyük Yıkımların Hikayesi

The Brutalist: Büyük Hayallerin Ve Büyük Yıkımların Hikayesi

Yazar: Beyzanur Ünlü

The Brutalist: Büyük Hayallerin Ve Büyük Yıkımların Hikayesi

Brady Corbet, sinemaya getirdiği yenilikçi bakış açısıyla tanınan bir yönetmen. “Vox Lux” ve “The Childhood of a Leader” gibi önceki filmlerinde olduğu gibi, The Brutalist de sanatı ve tarihi iç içe geçirerek güçlü bir anlatı sunuyor. Adrien Brody ve Pearce gibi deneyimli oyuncuların başrollerinde olduğu bu film, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’da büyük ideallerin, göçmen kimliğinin ve mimari üzerinden şekillenen güç dengelerinin çarpıcı bir portresini çiziyor.

Corbet’in bu filmi, Ellis Adası’na sığınan Macar Yahudi bir mimarın yükseliş ve çöküş hikâyesini anlatırken, sanat ve kapitalizmin karşıtlığı, göçmen kimliği, tarih ve modernleşme gibi büyük temalarla örülü. 3 saat 35 dakikalık epik anlatımıyla film, zaman zaman kasvetli bir rüya atmosferi yaratıyor ve izleyiciyi içine çekiyor.

Filmin merkezinde, Adrien Brody’nin canlandırdığı László Tóth bulunuyor. Avrupa’da savaşın yıkıcılığını yaşamış, Holocaust’tan sağ çıkmış bir adam olarak Amerika’ya adım attığında, sadece yeni bir başlangıç yapmak istemiyor; sanatına ve mimariye dair büyük fikirlerini hayata geçirme arzusuyla yanıp tutuşuyor.

László’nun Amerika’daki ilk duraklarından biri Philadelphia oluyor. Burada, kuzeni Attila (Alessandro Nivola) ve onun Amerikalı eşi Audrey (Emma Laird) ile ilişkisi filmin duygusal gerilimini şekillendiriyor. Attila, Yahudi kimliğini geride bırakıp Amerikalı bir kimliğe bürünmüşken, László’nun varlığı onun geçmişini hatırlamasına sebep oluyor. Audrey’nin László’ya duyduğu soğukluk ise Amerika’nın asimilasyon baskısını incelikli bir şekilde vurguluyor.

László’nun ilk büyük çıkışı, Marcel Breuer ve Bauhaus ekolünden ilham alan mobilya tasarımlarıyla oluyor. Ancak bu başarı, onun gerçek ideallerine ulaşmasını sağlamıyor. Amerikan rüyası, bir göçmen için ne kadar erişilebilir?Corbet, film boyunca bu sorunun yanıtını vermeye çalışıyor.

Filmin en çarpıcı karakterlerinden biri de, Guy Pearce’in hayat verdiği sanayici Harrison Lee Van Buren Sr. İkinci Dünya Savaşı sırasında servetini büyütmüş olan Harrison, modernizme olan ilgisini László’nun mimari yeteneğiyle birleştirmek istiyor. Ancak buradaki ilişki, basit bir patron-çalışan dinamiğinden çok daha karmaşık.

Harrison, László’ya büyük bir fırsat sunuyor: toplumun bir araya gelebileceği, mimari açıdan devrim niteliğinde bir merkez inşa etmesini istiyor. Ancak bu süreç, László’nun sanatsal özgürlüğünü giderek daha fazla sorgulamasına neden oluyor. Amerikan kapitalizminin bir göçmeni nasıl önce yücelttiğini, sonra da sistemin içinde öğüttüğünü izliyoruz.

Pearce’in performansı, zengin ve acımasız bir kapitalistin şovunu izler gibi. Harrison karakteri, her an patlamaya hazır bir bomba gibi. Filmdeki en unutulmaz sahnelerden biri, onun László’nun tasarımını küçümsediği ve ardından kamuoyunun beğenmesiyle fikrini değiştirdiği sahne. Bu an, sanatın içsel değerinden çok, nasıl pazarlanabileceğinin önemli olduğunu vurguluyor.

“The Brutalist”, ismine yaraşır bir şekilde sert, soğuk ve etkileyici bir görselliğe sahip. Film boyunca brütalist mimarinin çarpıcı geometrileri, göçmenlerin sıkışmış hissettikleri dar alanlar ve Harrison’ın ihtişamlı malikânesi arasındaki kontrast mükemmel işlenmiş. Lol Crawley’nin sinematografisi, filme neredeyse bir belgesel gerçekçiliği katarken, Icelandic besteci Hildur Guðnadóttir’in müzikleri László’nun içsel dünyasını yansıtıyor.

Corbet, bazı sahnelerde ters açıları ve simetrik kadrajları kullanarak karakterlerin psikolojik durumlarını vurguluyor. Filmdeki bir sahnede, Özgürlük Heykeli’ni ters açıdan görmek, László’nun Amerika’daki kaybolmuşluk hissini doğrudan izleyiciye aktarıyor.

Ayrıca, filmde klasik Hollywood roadshow formatının kullanılması da dikkat çekici. Ara vererek izleyicinin hikâyeyi sindirmesini sağlıyor. Böyle uzun filmler için intermission (ara) geleneğinin tekrar gündeme gelmesi gerektiğini düşündürtüyor.

Corbet’in Mona Fastvold ile birlikte yazdığı senaryo, çok katmanlı bir yapıya sahip. İlk bakışta mimarlık ve göçmenlik temalarını işliyormuş gibi görünse de, derinlerde Amerikan kapitalizminin çarklarına kapılan bireyin trajedisi yatıyor.

Filmde, mimarlık sadece binalar inşa etmekle ilgili değil; kimlik inşa etmek ile de alakalı. László’nun hem fiziksel mekânları hem de kendi kimliğini inşa etme süreci, filmin ana eksenini oluşturuyor. Ancak Harrison ve Audrey gibi karakterler, Amerikan toplumunun göçmenleri şekillendirme ve kendi kalıplarına uydurma çabalarını temsil ediyor.

Özellikle László’nun burun ameliyatı önerisiyle karşılaşması, filmin alt metninde oldukça çarpıcı bir yere sahip. Bu sahne, bireyin kendi kökenlerini reddetmeye zorlanmasını ve asimilasyonun acımasız gerçeklerini gözler önüne seriyor.

 “The Brutalist”, mimarlık üzerinden göçmenlik, güç ve sanat arasındaki çatışmayı anlatan etkileyici bir dram. Adrien Brody’nin karakterine kattığı derinlik, Guy Pearce’in unutulmaz performansı, görsel estetik ve ses tasarımı, filmi yılın en dikkat çekici yapımlarından biri haline getiriyor.

Corbet, büyük sorular soran, cesur ve stilize bir film yaratmış. Ancak temposu ve süresi, herkese hitap etmeyebilir.Özellikle yavaş anlatım tarzını sevenler için büyük bir sinema deneyimi sunarken, sabırsız izleyiciler için zorlayıcı olabilir.

Sanatın ve gücün kaçınılmaz çatışmasını gözler önüne seren bu film, modern sinemanın cesur ve vizyoner işlerinden biri olarak hatırlanacak.

The Brutalist: Büyük Hayallerin Ve Büyük Yıkımların Hikayesi

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...